ALLAH'IN GÜZELLİKLERİNDEN
BİR DEMET
-1-
Sizin yaratılışınızda ve türetip-yaydığı
canlılarda kesin bilgiyle inanan
bir kavim için ayetler vardır.
(Casiye Suresi, 4)
HARUN YAHYA
ISBN 975-7986-79-8
Şubat 2001
VURAL YAYINCILIK
Çatalçeşme Sok. Üretmen Han
No: 27/13 Cağaloğlu-İstanbul
Tel: (0 212) 511 42 30
Baskı: SEÇİL OFSET
Yüzyıl Mahallesi MAS-SİT Matbaacılar Sitesi
4. Cadde No: 77 Bağcılar-İstanbul
Tel: (0 212) 629 06 15
www.harunyahya.org - www.harunyahya.com
YAZAR HAKKINDA
Harun Yahya ve Cavit
Yalçın müstear isimlerini kullanan yazar, imani konularda pek çok eser
vermiştir. Yazarın; Evrim Aldatmacası, Hücredeki Mucize, Gözdeki Mucize,
Örümcekteki Mucize, Sivrisinek Mucizesi, Karınca Mucizesi, Savunma Sistemi
Mucizesi, Dünya Hayatının Gerçeği, Zamansızlık ve Kader Gerçeği, Kavimlerin
Helakı, Düşünen İnsanlar İçin, Evrenin Yaratılışı, Sakın Anlamazlıktan
Gelmeyin, Evrimcilerin İtirafları, Evrimcilerin Yanılgıları, Canlılardaki
Fedakarlık ve Akılcı Davranışlar, Bitkilerdeki Yaratılış Mucizesi, Çocuklar
Darwin Yalan Söyledi!, Derin Düşünmek, Allah'ın Renk Sanatı, Atom Mucizesi,
Doğadaki Tasarım, Balarısı Mucizesi, Darwinizm'in Sonu, Sonsuzluk Başlamış
Durumda, Altınçağ, Kuran Bilime Yol Gösterir, Çözüm Kuran Ahlakı, Kuran Mucizeleri,
Hayatın Gerçek Kökeni, Darwinizm'in Karanlık Büyüsü, Darwinizm Dini, Tohum
Mucizesi, İhtişam Heryerde, DNA'daki Yaratılış Mucizesi, Darwinizm'in İnsanlığa
Getirdiği Belalar, Termit Mucizesi, Hücredeki Bilinç, İnsan Mucizesi, Makaleler
1, Makaleler 2, İnsanın Yaratılış Mucizesi, Hz.Musa ve Evrimcilere Net Cevap
adlı kitapları ayrıca Adamlık Dini, Allah'ın İsimleri, Allah İçin Yaşamak,
Cahiliye Toplumunu Terk Etmek, Cennet, Gerçeği Düşündünüz Mü?, Gözardı Edilen
Kuran Hükümleri, Kıyamet Günü, Kuran'da Hicret, Kuran Ahlakı, Kuran Bilgisi,
Kuran'da Dua, Kuran Fihristi, Kuran'da Münafık Karakteri, Kuran'da Tebliğ ve
Tartışma, Kuran'da Temel Kavramlar, Kuran'da Vicdanın Önemi, Kuran'dan
Cevaplar, Münafığın Sırları, Ölüm Kıyamet Cehennem, Resullerin Mücadelesi,
Sakın Unutmayın, Şeytan, Şeytan'ın Enaniyeti, Şirk, Kuran'dan Genel Bilgiler,
İmanı Çabuk Anlamak 1-2-3, Kuran'ın Hayata Sunduğu Güzellikler, Allah'ın
Güzelliklerinden Bir Demet 1-2-3-4, Dinsizliğin İlkel Mantığı, Kamil İman,
Pişman Olmadan Önce, Resullerimiz Diyor Ki, Müminlerin Merhameti, Allah
Korkusu, Dinsizliğin Kabusu, Hz. İsa Gelecek, Kuran'da Sabrın Önemi, Cahiliye
Toplumunda İnsan Karakterleri, Alay Denen Zulüm, Kuran'a Göre Gerçek Akıl,
Dinsizliğin Dini İle Mücadele, Yusuf Medresesi, İyilerin İttifakı, İmtihanın
Sırrı, Güzel Söze Uymanın Önemi, Tarih Boyunca Müslümanlara Atılan İftiralar, Niçin
Kendini Kandırıyorsun?, Kolaylık Dini İslam, Kuran'da Şevk ve Heyecan, Herşeyde
Hayır Görmek, Akılsız Kuran'ı Nasıl Yorumlar, Kuran'ın Bazı Sırları, Kuran'ı
Dinlemeyenler, Müminlerin Cesareti ve Kuran'da Ümitvar Olmak gibi kitapları
yayınlanmıştır.
Yazarın evrim teorisini konu alan, Evrim Aldatmacası, Materyalizmin
Çöküşü, Materyalizmin Sonu, Evrim Teorisi, Evrim Teorisi'nin Çöküşü: Yaratılış
Gerçeği, Evrimcilerin Yanılgıları 1, Evrimcilerin Yanılgıları 2, Evrimcilerin
Yanılgıları 3, Evrimin Mikrobiyolojik Çöküşü, Yaratılış Gerçeği, Atomun
Sırları, 20 Soruda Evrim Teorisi'nin Çöküşü ve Darwinizm gibi kitapçıkları da
yayınlanmıştır.
Yazarın Evrim Aldatmacası (The Evolution Deceit), Kavimlerin Helakı
(Perished Nations), Allah Akılla Bilinir (Allah is Known Through Reason), Kuran
Ahlakı (The Moral Values in the Quran), Kuran'da Temel Kavramlar (The Basic
Concepts in the Quran), Soykırım Yalanı (The Holocaust Hoax), Düşünen İnsanlar
İçin (For Men of Understanding), Dünya Hayatının Gerçeği (The Truth of the Life
of This World), Derin Düşünmek (Deep Thinking), Sakın Anlamazlıktan Gelmeyin
(Never Plead Ignorance), Karınca Mucizesi (The Miracle in the Ant), Allah'ın
Renk Sanatı (Allah's Artistry in Colour), Gerçeği Düşündünüz mü? (Ever Thought
About the Truth?), Evrenin Yaratılışı (The Creation of the Universe),
Dinsizliğin İlkel Mantığı (The Crude Reasoning of Disbelief), Kuran'daVicdanın
Önemi (The Importance of Conscience in the Qur'an) adlı kitapları İngilizce,
Ölüm Kıyamet Cehennem Lehçe, Karınca Mucizesi, Allah Akılla Bilinir Urduca,
Kavimlerin Helakı, Kuran'da Temel Kavramlar Portekizce, Soykırım Yalanı, Kuran
Mucizeleri, Evrim Aldatmacası Boşnakça, Gerçeği Düşündünüz mü Fransızca, Evrim
Aldatmacası İspanyolca, Arapça veRusça gibi çeşitli dillere çevrilmiş ve
yurtdışında çeşitli yayınevleri tarafından yayınlanmıştır. Yazarın diğer birçok
eserinin İngilizce, Fransızca, Almanca, İspanyolca, Arapça, Rusça, Arnavutça,
Urduca, Lehçe, Boşnakça, Portekizce, Endonezyaca ve Azerice'ye çevirileri devam
etmektedir.
Yazar, Harun Yahya müstear ismi altında, şimdiye kadar siyasi konularda da
çeşitli eserler hazırlamıştır. Yahudilik ve Masonluk, Yeni Masonik Düzen, Milli
Strateji, 'Gizli El' Bosna'da, Soykırım Yalanı, Terörün Perde Arkası, İsrail'in
Kürt Kartı, Darwin'in Türk Düşmanlığı, Devlete Bağlılığın Önemi ve Milli
Birliğin Önemi isimli bu eserlerinin önemli bir bölümü, Yahudilik, Masonluk ve
bu iki gücün dünya tarihi ve siyaseti üzerindeki etkileri ile ilgilidir.
(Müstear isim, inkarcı Yahudi düşüncesine karşı mücadele eden iki Peygamberin
hatıralarına hürmeten isimlerini yad etmek için Harun ve Yahya isimlerinden
oluşturulmuştur.)
Yazar tarafından kitapların kapağında Resulullah'ın mührünün kullanılmış
olmasının sembolik anlamı ise, kitapların içeriği ile ilgilidir. Bu mühür,
Kuran-ı Kerim'in Allah'ın son kitabı ve son sözü ve Peygamberimizin de hatem-ül
enbiya olmasını remzetmektedir. Yazar da, yayınladığı tüm çalışmalarında,
Kuran'ın ve Resulullah'ın sünnetinin bu vasfını kendine rehber edinerek,
gayrı-Kurani düşünce sistemlerinin tüm temel iddialarını tek tek çürütmeyi ve o
konu hakkında küfrün mantıklarını tam olarak susturacak "son söz"ü
söylemeyi hedeflemektedir. Çok büyük hikmet ve kemal sahibi olan Resulullah'ın
mührü, bu son sözü söyleme niyetinin bir duası olarak kullanılmıştır.
Tüm bu çalışmalardaki ortak hedef, hem dinden uzak kişilere Kuran'ın
tebliğini ulaştırmak ve böylelikle onları Allah'ın varlığı, birliği ve ahiret
gibi temel imani konular üzerinde düşünmeye sevk etmek hem de Müslümanlara bazı
önemli konuları hatırlatmaktır.
OKUYUCUYA
Bu kitapta ve diğer çalışmalarımızda evrim teorisinin çöküşüne özel bir
yer ayrılmasının nedeni, bu teorinin her türlü din aleyhtarı felsefenin
temelini oluşturmasıdır. Yaratılışı ve dolayısıyla Allah'ın varlığını inkar
eden Darwinizm, 140 yıldır pek çok insanın imanını kaybetmesine ya da kuşkuya
düşmesine neden olmuştur. Dolayısıyla bu teorinin bir aldatmaca olduğunu gözler
önüne sermek çok önemli bir imani görevdir. Bu önemli hizmetin tüm
insanlarımıza ulaştırılabilmesi ise zorunludur. Kimi okuyucularımız belki tek
bir kitabımızı okuma imkanı bulabilir. Bu nedenle her kitabımızda bu konuya
özet de olsa bir bölüm ayrılması uygun görülmüştür.
Belirtilmesi gereken bir diğer husus, bu kitapların içeriği ile ilgilidir.
Yazarın tüm kitaplarında imani konular, Kuran ayetleri doğrultusunda
anlatılmakta, insanlar Allah'ın ayetlerini öğrenmeye ve yaşamaya davet
edilmektedir. Allah'ın ayetleri ile ilgili tüm konular, okuyanın aklında hiçbir
şüphe veya soru işareti bırakmayacak şekilde açıklanmaktadır.
Bu anlatım sırasında kullanılan samimi, sade ve akıcı üslup ise kitapların
yediden yetmişe herkes tarafından rahatça anlaşılmasını sağlamaktadır. Bu
etkili ve yalın anlatım sayesinde, kitaplar "bir solukta okunan
kitaplar" deyimine tam olarak uymaktadır. Dini reddetme konusunda kesin
bir tavır sergileyen insanlar dahi, bu kitaplarda anlatılan gerçeklerden
etkilenmekte ve anlatılanların doğruluğunu inkar edememektedirler.
Bu kitap ve yazarın diğer eserleri, okuyucular tarafından bizzat
okunabileceği gibi, karşılıklı bir sohbet ortamı şeklinde de okunabilir. Bu
kitaplardan istifade etmek isteyen bir grup okuyucunun kitapları birarada okumaları,
konuyla ilgili kendi tefekkür ve tecrübelerini de birbirlerine aktarmaları
açısından yararlı olacaktır.
Bunun yanında, sadece Allah rızası için yazılmış olan bu kitapların
tanınmasına ve okunmasına katkıda bulunmak da büyük bir hizmet olacaktır. Çünkü
yazarın tüm kitaplarında ispat ve ikna edici yön son derece güçlüdür. Bu
sebeple dini anlatmak isteyenler için en etkili yöntem, bu kitapların diğer
insanlar tarafından da okunmasının teşvik edilmesidir.
Kitapların arkasına yazarın diğer eserlerinin tanıtımlarının eklenmesinin
ise önemli sebepleri vardır. Bu sayede kitabı eline alan kişi, yukarıda söz
ettiğimiz özellikleri taşıyan ve okumaktan hoşlandığını umduğumuz bu kitapla
aynı vasıflara sahip daha birçok eser olduğunu görecektir. İmani ve siyasi konularda
yararlanabileceği zengin bir kaynak birikiminin bulunduğuna şahit olacaktır.
Bu eserlerde, diğer bazı eserlerde görülen, yazarın şahsi kanaatlerine,
şüpheli kaynaklara dayalı izahlara, mukaddesata karşı gereken adaba ve saygıya
dikkat etmeyen üsluplara, burkuntu veren ümitsiz, şüpheci ve ye'se sürükleyen
anlatımlara rastlayamazsınız.
GİRİŞ
Yeryüzünde var olan tüm canlılar üremelerinden, korunmalarına, beslenme
şekillerinden kendilerine inşa ettikleri yuvalara kadar sayısız üstün özelliklerle
donatılmışlardır. Kimi bir mimar gibi yuvasını inşa eder, kimi bir kimyager
gibi düşünerek en ideal ısıtmayı sağlar, kimi ise gerçek bir kamuflaj
ustasıdır. Bu canlıların yaşantıları incelendiğinde ise, hem fiziksel
özelliklerinin hem de davranışlarının birbiriyle ve yaşadıkları ortamla tam bir
uyum içerisinde olduğu görülür.
Bu kitapta canlıların sahip oldukları bu olağanüstü özelliklerden sadece
bir kısmını okuyacaksınız. Ancak bu kitapta örnek verilen canlıları okurken
unutulmaması gereken önemli bir nokta bulunmaktadır: Sözü edilen canlıların
hiçbiri bir bilince veya akla sahip değillerdir, hatta bir kısmının bir beyni
dahi yoktur. Öyle ise bu canlıların sahip oldukları üstün özellikleri onlara
vermek, örneğin bir arının kendi aklını kullanarak matematik harikası petekleri
inşa ettiğini söylemek akla ve mantığa uygun olmayacaktır. İlerleyen sayfalarda
daha da iyi anlaşılacağı gibi bu canlıların sahip oldukları karmaşık
sistemlerin, doğayla olan mükemmel uyumlarının tesadüfler sonucunda oluştuğunu
iddia etmek de aynı derecede akıl ve mantık dışıdır.
Bu canlıların her birinde çok üstün bir aklın ve çok büyük bir ilmin açık
delilleri görülmektedir. Doğanın tamamında sergilenen bu akıl ve mükemmel uyum,
evrendeki herşeyin Yaratıcısı olan Allah'a aittir. Allah'ın kusursuz yaratışı
bir Kuran ayetinde şöyle bildirilir:
O Allah ki, yaratandır, (en güzel bir biçimde) kusursuzca var edendir,
'şekil ve suret' verendir. En güzel isimler O'nundur. Göklerde ve yerde
olanların tümü O'nu tesbih etmektedir. O, Aziz, Hakimdir. (Haşr Suresi, 24)
Akıl ve vicdan sahibi her insan Allah'ın yarattığı her canlıda Allah'ın
aklının, gücünün ve ilminin yansımalarını görecek ve böylelikle Allah'ın sonsuz
ilmini ve nihayetsiz gücünü daha iyi takdir edebilecektir. Allah bir ayette
evrende yarattığı varlıklardan bazılarını belirttikten sonra bunların her
birinin "içten Allah'a yönelen her kul için 'hikmetle bakan bir iç göz' ve
bir zikir" olduğunu bildirmektedir. (Kaf Suresi, 8)
İşte bu kitabın amacı da, çevrelerinde gördükleri kusursuz sistem üzerinde
düşünebilen insanlara, Allah'ın ihtişamlı yaratışının delillerini
çeşitlendirerek, daha derin düşünebilecekleri bir imkan oluşturmaktır.
1
Güney Afrika Sundew bitkisi, yapışkan tüyleri ile böcekleri tuzağa
düşürür. Bu bitkinin yaprakları uzun kırmızı tüylerinin ucu, böcekleri kendine
çekecek kokuyu içeren bir sıvı ile kaplıdır. Sıvının bir başka özelliği ise son
derece yapışkan olmasıdır. Kokunun kaynağına yönelen böcek, bu yapışkan tüylere
takılır. Bir süre sonra yaprağın tümü, tüylere yapışan böceğin üzerine kapanır
ve bitki, böceği sindirerek kendisi için gerekli olan proteini elde etmiş olur.
David Attenborough, The Private Life of Plants, s.81-83
2
Ateş böceklerinin yaydıkları ışığın en önemli özelliği, ateşle ve
sıcaklıkla ilgisinin olmamasıdır; buna "soğuk ışık" denilir. Bu,
günümüzdeki aydınlatma teknolojisinin ulaşmaya çalıştığı bir hedeftir. Normal
bir ampul, elektrik enerjisinin ancak %3-4'ünü ışığa dönüştürüp, kalan kısmını
ısıya dönüştürür. Ateş böcekleri ise %100 bir verimle ışık üretirler.
Bilim ve Teknik, Sayı 239, s.10
3
Kuzey Kutbu'nda yaşayan deniz kırlangıçları, her yıl 30.000-40.000 km.
kanat çırparlar. Bu kırlangıçların vatanları Kuzey Kutbu'dur. Fakat her yıl
Kuzey Amerika, Grönland ya da Sibirya'daki üreme bölgelerinden, Kuzey Kutbu
sularındaki kışlık bölgelere doğru yolculuk yaparlar.
Deligeorges, S., Recherche, Kasım 1996
4
Penguenler, Güney Kutup Bölgesi'nde yaşarlar. Bu hayvanların vücut
sıcaklığı 400C, yaşadıkları ortamın sıcaklığı ise -400C'dir. Bu da
penguenlerin, 800C'lik bir sıcaklık farkına dayanmaları demektir. Bunu
sağlayan, hayvanın derisinin altında bulunan kalın yağ tabakasıdır. Bu tabaka,
vücut sıcaklığının kaybolmasına engel olur.
Bilim ve Teknik, Sayı 255, s.35
5
Bazı kuşlar yaralanmış veya uçamıyormuş gibi yaparak yavrularını
düşmanlardan korurlar. Bir düşman yaklaştığında anne kuş yuvasından sessizce
uzaklaşır. Çığlıklar atarak ve kanatlarından birini sallayarak, yerde kanat
çırpmaya başlar ve yaralı taklidi yaparak düşmanın dikkatini kendi üzerine
çeker. "Yaralı" kuşu yakalamaya çalışan yırtıcı hayvan, anne kuş
tarafından bu yöntemle yuvadan çok ilerilere götürülür. Yavrusunu güvenceye
aldıktan sonra anne kuş uçarak düşmandan uzaklaşır.
Russel Freedman, How Animals Defend Their Young? s.51
6
Çoğu tırtılın tüylerine dokunulursa büyük acı verir. Bu tür tırtıllar
genellikle parlak renktedir. Bu dikkat çekici rengiyle tırtıl, kendisini yemek
isteyen herhangi bir canlıyı uyarmış olur.
David Attenborough, Yaşadığımız Dünya, s.64
7
Bir arı kovanını korumak, kovanın bekçileri için intihar anlamına
gelebilir. Bal arılarının iğnelerinde bir kirpinin dikeni gibi küçük oklar
vardır. Düşmanı sokan arı uçmaya çalışırken iğne orada takılı kalır ve arının
karnının arka tarafı yırtılır. Karnının yırtılmış kısmında, zehir salgısı ve
onu kontrol eden sinirler vardır. Arı bu yaralanmadan dolayı ölürken, kovanın
geri kalanı bu sayede korunmuş olur.
Russel Freedman, How Animals Defend Their Young? s.63
8
Kunduzlar, insanlar gibi su kanalları, ağaçtan kulübeler, yeraltı inleri
ve özellikle akarsular üzerinde barajlar yaparlar. Bu barajların uzunluğu bazen
20 m.'yi bulur.
Wild Encounters Tale of Beaver, Karvonen Films Ltd.
9
Afrikalı terzi kuşu, yuvasını yaprakları dikerek gizler. Erkek terzi kuşu
bir dalın sonunda, birbirine yakın gelişen iki ya da daha fazla geniş yeşil
yaprağı seçer. Sivri gagasıyla her bir yaprağın kenarına delik açar. Sonra da
bir terzinin ipliği kullanması gibi topladığı örümcek ağlarını veya bitki liflerini
kullanır. Lifleri deliklerden çeker ve düşmesini engellemek için her ilmiği
düğümleyerek yaprakları birbirine diker. Bu yapraklarla kaplı kesenin içinde
ayrıca eşinin yumurtalarını koyduğu gizli bir yuva dokur.
The Encyclopedia of Animal Behaviour, s.42
10
İşçi arıların hareketleri son derece tutarlıdır ve amaçsız bir şekilde
hareket etmezler. Kovandaki bir arı yeni yumurtalar için hücreler hazırlarken,
diğeri kraliçeye hizmet etmek için petekler arasında dolaşır, bir üçüncüsüyse
bal toplar. Her işçi kesin olarak ne ve nasıl yapacağını bilir, kusursuz bir
disiplinle hareket eder.
Nat. Geo. Soc., The Marvels of Animal Behaviour, s.49-64
11
Posta güvercinlerinin yollarını nasıl bulduklarını anlamak için yapılan
bir gözlemde güvercinler bir süre karanlıkta bir kafesin içinde tutulmuşlardır.
Daha sonra serbest bırakıldıklarında, güvercinlerin bulutlu bir havada bile
yüzlerce kilometre ötedeki güvercinliğin yolunu buldukları gözlenmiştir.
Bilim ve Teknik, Sayı 254, s.57
12
Uzun kulaklı yarasanın gözleri, uzak mesafede bulunan cisimleri seçemez.
Yarasalar, insan kulağının duymadığı ses dalgaları yayarlar. Bu ses dalgaları
havadaki bir cisme çarpmazlarsa boşlukta kaybolurlar. Bir cisme çarparlarsa
yansıyarak çevreye dağılırlar. Yarasa yansıyan bu ses dalgalarını alır,
değerlendirir ve avının yerini bulur. Yarasaların görmeden avlarını nasıl
yakaladıklarını inceleyen insanlar aynı ilkeye dayanarak radarı icat
etmişlerdir.
David Attenborough, Life on Earth, s.236
13
Nudibranch kabuğu olmayan bir salyangoz türüdür. Bu salyangoz çok parlak
renklere sahiptir ve son derece göz alıcıdır. Fakat bu özellikler hayvanlar
için çok cazip olmasına rağmen çok az hayvan Nudibranchlar'la beslenir. Bunun
sebebi Nudibranch'ın ısırgan hücreleridir. Bu hücreler hayvana iyi bir koruma
sağlar. Nudibranch bu ısırgan hücreleri kendisi üretmez. Hyroid denen zehirli
canlıları yer ve onları sindirim sisteminde öğütmez. Bu hayvanlar Nudibranch'ın
sindirim sistemi içinde koruyucu mukusla kaplanır ve ısırgan hücre olarak ona
bir koruma sağlarlar.
The Ocean World of Jacques Cousteau, s.28
14
Göç eden canlıların en ilginç örneklerinden biri de kaplumbağalardır.
Brezilya kıyıları açıklarında yaşayan Yeşil deniz kaplumbağaları 2000 km.
yüzerek Atlantik Okyanusu ortalarındaki Ascension Adası'nda yumurtlarlar.
Kumdaki çukurlara gömülü yumurtalardan çıkan yeni doğmuş kaplumbağa yavruları
hemen denize yönelirler. Açık denizde yetişkin haline geldikten sonra da
yumurtlamak için tekrar Atlantik Okyanusu'na doğru yönelirler.
Bilim ve Teknik, Sayı 304, s.235
15
Dişi Phalarope kuşu yumurtalarını bıraktıktan sonra yuvadan ayrılır ve
bundan sonraki kuluçka görevini erkek kuş devralır. Erkek, yumurtaların üstüne
oturur ve yuvanın üstüne göğüs tüylerini döker. Böylece hayvanın altındaki
çıplak deri kanla dolar. Bu kanın sıcaklığı sayesinde, üç haftadan fazla süre
kuluçka için gereken ısı sağlanmış olur.
The Ocean World of Jacques Cousteau, s.44
16
Avrupa'daki ırmaklarda yaşayan yılan balıkları 6000 km.'lik uzun bir
yolculuk yaparak Bermuda'nın güney batısında bulunan Sargossa Körfezi'ne
gelirler. Ve buraya yumurtalarını bıraktıktan sonra ölürler. Çıkan larvalar da
kendilerini, "Gulf Stream" adı verilen sıcak su akıntısına bırakarak
tekrar Avrupa'ya doğru 6000 km.'lik bir yolculuğa başlarlar.
Görsel Bilim ve Teknik Ans., Cilt 5, s.1784
17
Fındıkkıran kuşları ölü ağaçların yumuşak tahtalarında yuva deliği
açarlar. Yuva hırsızlarına karşı etkili bir korunma geliştirmişlerdir. Bir
deliği açtıktan sonra, bir fındıkkıran yakındaki bir su birikintisinden çamur
toplar ve yuva deliğinin girişini bununla sıvar. Tam bir fındıkkıranın
kıpırdayabileceği genişlikte bir giriş bırakır. Böylelikle sığırcık gibi daha
büyük kuşlar bu delikten yuvaya giremezler.
Russel Freedman, How Animals Defend Their Young? s.13
18
Kanat çırpmak çok fazla enerji gerektirir. Bu nedenle kuşların enerjisi
onlar için çok değerlidir ve bunu en ekonomik şekilde harcarlar. Örneğin bir
ağaçkakan uçarken, düzenli olarak kanat çırpışlarını keser ve kanatlarını
sıkıca vücuduna kapatır. Böylece kısa bir süre kanatlarının havaya karşı
oluşturduğu direnci önler ve havada ilerlemeye devam eder.
David Attenborough, The Life of Birds, s.46
19
Kuş kanatlı dev kelebeğin (Ornithoxtera) dişisi, yumurtalarını tek tek
yaprakların üzerine bırakır. Yumurtadan çıkan tırtılların gövdeleri boyunca,
altı sıra etli yumrucuk vardır. Ayrıca başlarında da "ozmeteryum"
denilen Y biçimli ilginç bir organ bulunur. Bu organ vücuttaki salgı bezlerine
bağlıdır. Tırtıl korktuğu zaman ozmeteryum içeri girip çıkar ve kötü bir koku
salgılar. Bu sayede tırtıl düşmanlarını caydırmış olur.
Hayvanlar Ans., C.B.P.C Publishing, Böcekler, s.26
20
Ağustos böceklerinin yakınına minik mikrofonlar yerleştirilerek 158
desibellik bir ses çıkardıkları tespit edilmiştir. Bu, bir el bombasının
patlamasıyla aynı değerdedir. Eğer böceğin işitme organı karnının uzağında bir
kapsülün içinde korunmuş konumda olmasaydı, böcek bu yüksek sesten dolayı sağır
olurdu.
Science et Vie, n.976, s.33
21
Sinek kuşunun kalbi gün boyunca saniyede 500 ile 1.200 kez çarpar. Gece
kalbi öylesine yavaşlar ki görünüşte sanki nabzı durmuştur ve hatta kuş nefes
almıyor gibidir. Bunun benzerini kış geldiğinde kirpiler de uygularlar. Bu,
onların kış uykusudur. Sinek kuşu ise her yıl 365 kez kış uykusuna yatmak
zorundadır.
David Attenborough, The Life of Birds, s.59
22
Yakalı kolibri (Coeligena torguatua), çiçek tozlarıyla beslenen bir kuş
türüdür, ama diğer kuşlardan farklı bir özelliğe sahiptir. Çoğu kuş gibi
gagasını çiçeğin içine sokarak yiyecek toplamaz. Çiçek tozu toplarken özel bir
yapısı olan dilini kullanır. Dilinin ortası, iç içe girmiş iki V harfi
biçiminde baştan sona oyukludur. Uzun dilini çiçeğin içine soktuğunda, çiçek
tozları toplanır ve dil, ağız içine çekilirken hiçbir yere sürtünmediği için,
toplanan besinde kayıp olmaz.
Bilim ve Teknik, Sayı 309, s.634
Göklerde ve yerde bulunanlar O'nundur; hepsi O'na 'gönülden boyun eğmiş'
bulunuyorlar." (Rum Suresi, 26)
23
Bazı hayvanlar görsel sinyaller kullanırlar. Bir Virginia geyiği ilk
tehlike işaretinde kuyruğunu yukarı doğru hafifçe vurur. Kuyruğunun alt tarafı
tamamen beyazdır. Bu parça hayvanın tüm vücudu üzerindeki tek beyaz parçadır.
Bu beyaz kısmın görünmesi sürüdeki bütün geyikleri aniden uyarır.
Russel Freedman, How Animals Defend Their Young? s.29
24
Sibirya semenderleri (Hynobias Keyserlingii), donmuş toprakların
metrelerce derinliklerinde yıllarca kaldıktan sonra buzları çözülür ve normal
yaşama dönerler. Bu canlıların –500C sıcaklıkta bile yaşayabildikleri
saptanmıştır. Sibirya semenderlerinin tek problemleri ani donmadır. Çünkü bu
canlıların soğuğa alışmak ve antifiriz maddelerini üretmek için zamana
ihtiyaçları vardır. "Antifriz maddeleri" semenderin kanındaki
hücrelerde bulunan suyun yerine geçerek, dokuların keskin buz kristallerinden
zarar görmesini önler. Bazı hayvanlar bu işlemleri yaparken donmamak için
glikoz kullanırlar. Sibirya semenderinin bu mekanizmasının nasıl işlediği ise
tam olarak bilinmemektedir.
New Scientist, Cilt 139, s.15
Gökleri ve yeri (bir örnek edinmeksizin) yaratandır. O, bir işin olmasına
karar verirse, ona yalnızca "OL" der, o da hemen oluverir. (Bakara
Suresi, 117)
25
Yüksek hızlarda uçan kuşların özel kanat yapıları vardır. Havada uçan en
"hızlı" kuş olan doğanlar, avlarına doğru hız aldıklarında, -ki bu
genellikle başka bir kuş olur- öncelikle kanatlarını çırparak hızlarını
artırırlar ve sonra alçalmalarının son aşamasında kanatlarını arkaya doğru
iterler. Bu duruş, süpersonik jetlerin görüntüsünü andırır ve böylece saatte
320 km.'nin üstünde bir hıza ulaşırlar.
David Attenborough, The Life of Birds, s.57
26
Kemik dilli balık (Scleropages Leich Hardtii), Yeni Gine'de yaşar. Erkek
balık, yumurtaları ağzında taşır. Bu durumda olması beklenen balığın sindirim
salgılarının harekete geçmesi ve yumurtaların balık tarafından yenerek
sindirilmesidir. Oysa böyle olmaz. Erkek balığın ağzında gelişimlerini
tamamlayan yavrular yumurtadan çıktıkça suya atlar ve yeni hayatlarına
başlarlar. Bu durum milyonlarca yıldan bu yana devam etmektedir. İştahı kesen,
sindirimi temin eden ve salgıları durduran böyle bir düzenin nasıl çalıştığı
henüz bilinmemektedir.
Bilim ve Teknik, Sayı 307, s.461
27
Akçaağaçların, özellikle Şeker akçaağacının genç dallarını ve yapraklarını
zararlı canlılardan koruma yöntemi, çoğu zaman insanların ürettikleri böcek
ilaçlarından çok daha etkilidir. Şeker akçaağacı, gövdesinde bol şekerli özsu
olmasına rağmen, yapraklarına "tanen" denen bir maddeyi gönderir. Bu,
böcekleri rahatsız eden bir maddedir. Tanenli yaprakları yiyen böcekler
kurtulmak için hemen daha az tanenli üst yapraklara çıkarlar. Oysa üst
yapraklar kuşların en çok uğradıkları yerlerdir. Buraya kaçan böcekler kuşlar
tarafından avlanırlar. Şeker akçaağacı bu stratejisi sayesinde böcek
saldırılarından az zarar görerek kurtulur.
Bilim ve Teknik, Sayı 304, s.226
28
Okyanus dibinde bulunan denizaltı vadilerinin içerisinde, okyanus
tabanından fışkıran aşırı sıcak su kaynakları bulunur. Bu kaynakların
çevresinde yaşayan bazı karides türleri, sıcak suyun yakınlarında yaşayan bakterileri
yiyerek beslenirler. Birkaç santim boyundaki karideslerin arka kısımlarında,
solungaç vazifesi gören iki odacık vardır. Bu iki odacığın arasındaki bölümün
diğer hayvanların gözünde bulunan bir tür kimyasal maddeyi taşıdığı
anlaşılmıştır. Karides vücudunun bu kısmıyla gerçek anlamda göremez; ama bu
organ, bir tür "ışık algılayıcısı" olarak görev yapar.
National Geographic, Ekim 1992, s.105-109
29
Su örümceği bütün ömrünü su içinde geçirir. Su içinde yaşar, avlanır ve
ürer. Buna rağmen bir su canlısı değildir. Yani sudaki oksijeni balıklar gibi
alıp kullanamaz. Suda yaşayabilmek için çok ilginç bir yönteme başvurur.
Örümceğin su dışına çıktıktan sonra tekrar ani suya dalışlarında irili ufaklı
hava kabarcıkları ayaklarına ve vücudunun çeşitli yerlerine asılı kalır. En çok
hava kabarcığı da karnının altında kalır ki örümcek bunu su altında "hava
çanı" olarak milyonlarca yıldan beri kullanmaktadır. Bu çan havayla
dolduktan sonra böcek haftalarca su yüzeyine çıkmaz ve bu çanda depoladığı hava
sayesinde su altında yaşar.
National Geographic, Mayıs 1972, s.694
30
Kallima ınachus isimli kelebek türü, üzerine konmaya alışkın olduğu ağacın
yaprağının biçimini aynen alabilir. Ön ve arka kanatlarının şekli, yaprağın
genel biçimini verecek bir yapıya sahiptir. İki kanadın, birbirleriyle uyum
sağlayarak, gölgeli bir çizgi biçiminde yaprağın merkezi damarını oluşturmaları
da son derece ilginçtir. Ayrıca arka kanatlarda familyanın başka hiçbir türünde
bulunmayan ve yaprağın sapı izlenimini veren küçük bir uzantı bile vardır.
Kelebeğin üzerinde ağacın yaprakları üzerinde serpilmiş durumdaki
"küf" lekelerinin benzerleri de bulunur. Daha da ilginç olanıysa
kanatların üzerinin yapraktakine benzer sedefimsi küçük gözeneklerle kaplanmış
olmasıdır.
Bilim ve Teknik, Sayı 257, s.11
31
Avlanmak ve çiftleşmek için, sıçrayan bir örümceğin sahip olduğu en önemli
yetenek; harika görme kapasitesidir. Hayvan sekiz gözüyle tüm çevresini
görebilir, kendi büyüklüğünün "yirmi katı" uzaklıktaki detayları
ayırt edebilir. Yan gözler harekete karşı duyarlı olup, insandakine benzer bir
çevresel görüş sağlar. Örümcek, hareketli bir cisim algıladığında, ona doğru
döner ve ön orta gözlerini cismin üzerine kilitler. Bu büyük gözlerdeki iç
tüpler, bireysel ya da toplu olarak hareket ederek kısa sürede tarama
yapabilirler.
National Geographic, Eylül 1991, s.43-63
32
Orkidelerin üreme mekanizması son derece karmaşıktır. Örneğin, Arı
orkidesi dişi arıları taklit eder. Erkek arı, çiçeği döllemeye çalışırken polen
üzerine dökülür ve o da başka bir çiçekten aldığı poleni dölleme amacıyla diğer
çiçeğe bırakır. Catasetum orkidesindeyse arı, orkide çiçeğinin şapkasında
(labellumunda) bulunan tüysü çıkıntıya dokunur dokunmaz "viscidium"
adı verilen yapışkan bir madde açığa çıkar ve arının karnına yapışır. Bu
maddeye "pollinium" denilen bir polen kesesi ilişmiş durumdadır. Arı
başka bir çiçeği döllemek üzere bu keseyle birlikte uçar gider.
Görsel Bilim ve Teknik Ans., Cilt 8, s.2872
33
Golyan balığı, kışın ırmaklara karışan sıcak su kaynaklarının oluşturduğu
çöl adacıklarında yaşar. Ayrıca bu balık farklı tuzluluk oranlarına ve su
sıcaklıklarına da dayanıklıdır. Golyan balığı dayanma sınırını çevre
koşullarına göre değiştirebildiği için, hem sıcak hem de soğuk suda
yaşayabilmektedir. Ancak 420C ve yukarısı onun için öldürücüdür. Su
sıcaklığındaki en ufak bir artışı bile algılayabildiği için tehlikeli bölgeleri
terkedip, daha serin sulara kaçar. Vücudundaki "sodyum iyonu
konsantrasyonunu" ayarlayabilen Golyan balıkları için, ister tatlı ister
tuzlu olsun her türlü su mekan olabilmektedir.
Görsel Bilim ve Teknik Ans., Cilt 8, s.2612
34
Bazı hayvanlar keskin bir homurtu ile tehlike sinyali verirler. Bazıları
ise, örneğin Afrika antilopları sessiz bir sinyale sahiptirler. Bu hayvanlar
otlarlarken sürekli hırıltı çıkarırlar. Yırtıcı bir hayvan yaklaştığında
antiloplar hırıldanmayı keserler. Ani sessizlik, sürüyü herhangi bir hırıltı
kadar etkili bir şekilde uyarır, özellikle de gecenin sessizliğinde.
Russel Freedman, How Animals Defend Their Young? s.29
35
Kutuplardaki buzlu sularda yaşayan balıkların neden donmadığını hiç merak
ettiniz mi? Bu balıklar, derilerindeki buz kristallerinin sıcaklığını -20C'ye
düşüren bir proteini üreten gene sahiptirler. Bu protein buz kristallerindeki
oksijen moleküllerine bağlanarak genleşmelerini engeller. Yani canlının
donmasını önler.
Bilim ve Teknik, Mart 1993, s.235
36
Bazı soğukkanlı canlılar, vücut sıvılarının donma noktalarının altındaki
sıcaklıklara dahi dayanabilmektedirler. Örneğin kıllı tırtıllar yılın 10 ayını
-500C'de kaskatı "donmuş" bir halde geçirebilmektedirler. Bazı
kurbağa türleriyse, vücutlarındaki sıvının yarısından fazlası donmuş halde iken
bile haftalarca canlı kalabilmektedirler. Bu canlılar donmuş halde iken hiç
solumazlar ve kalp sesi de duyulmaz.
New Scientist, 26 Eylül 1992
37
Bukalemunlar çok ağır hareket eden, ağaçlarda ve çalılar üzerinde yaşayan
hayvanlardır. Derilerinde renk maddesi denilen "kromatoforlar"
bulunur. Bu sayede bulundukları ortama renk uyumu sağlayarak düşmanlarından
korunurlar. Bukalemunlarda sempatik sinir sisteminin salgısı ile pigmentlerin
dağılması ve toplanması sağlanarak renk değişimi meydana gelir. Böylece çok
ağır hareket eden bu hayvan bulunduğu ortamda fark edilmeden güvenli bir
şekilde yaşamını sürdürebilir.
Bilim ve Teknik, Sayı 295, s.44
38
Kuğuların ağırlığı bir başka memeli ile kıyaslandığında oldukça hafiftir.
Aynı boyutlarda bir buldog köpeği, kuğudan "4 kat" daha ağırdır.
Kuşların hafif olmasının çeşitli sebepleri vardır. İçi boş kemikleri iç kirişlerle
desteklenmiştir. Kuyruk yerine kabarık tüyleri vardır ve dişlerle kaplı çene
yerine gagaları vardır. Vücutlarının çok önemli bir kısmı havayla doludur. Bu
hava birçok kuşta bulunan 9 hava kesesinde saklanır. Bunlar sadece ağırlık
azaltma niteliği taşımazlar. Uçuş sırasında kuşlar çok fazla enerji harcarlar
ve bu nedenle çok yoğun oksijen kaynağına ihtiyaçları vardır. İşte bu hava
keseleri kuşun solunum sisteminde de önemli rol oynar. Bu sayede kuğu, aynı
büyüklükteki bir memelinin nefes alışı sırasında aldığı oksijenden çok daha
fazla oksijen alır.
David Attenborough, The Life of Birds, s.41
39
Albatroslar açık denizlerde yaşarlar. Kanatlarını rüzgara karşı tamamen
açarak havada durmak albatrosun uçması için yeterlidir. Kuş bunu kanatlarını
olabildiğince geniş açarak gerçekleştirir ve bu esnada kuşun kanatlarının
genişliği "3.5 m.'ye" ulaşır ki bu, kuşlar arasında en geniş kanat
uzunluğudur. Albatrosların kanat kemiklerinde kanatlarını açık pozisyonda
tutmaya yarayan bir çeşit kilit sistemi vardır. Böylece günlerce, haftalarca
hatta aylarca minimum seviyede enerji kullanarak hiç durmadan uçabilirler.
Albatros yukarıya doğru yükselen dalgaları ve rüzgarı kullanarak, onların
yönünde ilerler ve rüzgarın içinden zigzaglar çizerek bir dalganın tepesinden
diğerine geçer. Bu şekilde albatros tek bir kanat bile çırpmadan saatlerce su
üstünde uçabilir.
David Attenborough, The Life of Birds, s.55
40
Som balıkları, nehirde yumurtalarından çıktıktan sonra denizlere açılıp
binlerce kilometre yol alırlar ve sonra büyük bir kararlılıkla doğdukları
ırmağa yönelirler. Som balığının doğduğu nehirden gelen "kokular"
açık denizdeki balığa kadar ulaşarak onun akıntıya karşı yüzüp geri dönmesini
sağlar. Bu kokular nehrin toprak ve bitkilerinden kaynaklanır. Nitekim aynı kokular
balıkçılar tarafından som balıklarını belirli bir yere çekmek için de
kullanılabilir.
Bilim ve Teknik, Sayı 233, s.25
De ki: "O, herşeyin Rabbi iken, ben Allah'tan başka bir Rab mi
arayayım? Hiçbir nefis, kendisinden başkasının aleyhine (günah) kazanmaz.
Günahkar olan bir başkasının günah yükünü taşımaz. Sonunda dönüşünüz
Rabbinizedir. O, size hakkında anlaşmazlığa düştüğünüz şeyleri haber
verecektir." (Enam suresi, 174)
41
Doğanların yakın akrabası olan kerkenezlerin çok farklı "avlanma
taktikleri" vardır. Avını ararken, adeta havada asılı olarak kalır.
Kuyruğunu yayarak açar ve böylece kuyruğunun havayı tutma özelliğini daha da
arttırır. Ayrıca kanatlarının ucundaki tüyleri de kaldırarak hava akımlarından
dolayı oluşabilecek dengesini kaybetme riskini azaltır. Kanatlarının ucundaki
tüyleri birbirinden ayırır; böylece kanadın üst yüzeyinde oluşabilecek hava
boşluklarını dağıtmak için, yukarı doğru çıkan küçük ve hızlı hava akımları
oluşur. Kerkenez havanın ileri doğru iten bu hareketini kullanarak, rüzgarın
hızıyla yol alır ve avını gözlerken iniş yapacağı bölgenin tam üstünde havada
asılı durur.
David Attenborough, The Life of Birds, s.56
42
Kız böceği saatte 30 km.'ye varan bir hızla uçar. Bu denli hızlı uçan
kızböceği, havada bir yere çarpmamak için iyi çalışan duyu organlarına sahip
olmalıdır. Kız böceği, başının iki yanında yer alan "mozaik yapılı"
ve iyi görüş sağlayan gözleriyle çok güvenli bir şekilde uçar. Hayatları
çevrelerini görmelerine bağlı olduğundan kız böcekleri geceleri avlanmazlar.
Alt ayağını önünde minik bir sepet gibi tutup bununla kendinden küçük böcekleri
yakalayan kız böceği bir gündüz avcısıdır.
David Attenborough, Life on Earth, s.52
43
Sakallı akbaba hayvanların etinden çok kemiklerini tercih eder. Bu
kemiklerde ilik bulunur ve bu besin bakımından oldukça zengindir. Akbabanın bu
kemiği kırıp içindeki iliği alabilmek için gerekli kırma aleti yoktur. Fakat bu
problemi başka türlü halleder. Bir kemiği alır ve çıplak bir kayanın tepesine
havalanır. Sonra kemiği aşağı bırakır. Bu işlemi kemik ikiye ayrılıncaya kadar
en az 50 kere tekrarlar. Kuş, sonra bu kemik parçasını alır ve yutar. Hayvanın
midesindeki sindirim asitleri öylesine güçlüdür ki kemiğin bir ucu daha
akbabanın ağzındayken, midesine giden kısım sindirilmiştir bile.
David Attenborough, The Life of Birds, s.116-117
44
Papağanlar ve balıkçıl kuşları kanatlarını temizlemek için bir çeşit
"toz" üretirler. Bu toz tüylerinin yıpranmış uçlarından gelir. Bazı
türlerde, güvercinler ve papağanlarda olduğu gibi kuşun tüyleri arasına
dağılmıştır. Diğerlerinde özellikle balıkçıl kuşlarında bu tozlar küçük öbekler
halinde toplanmıştır. Tozun ne işe yaradığı henüz tam olarak anlaşılamamıştır,
fakat kanatların su geçirmezliğine yardımcı olduğu tahmin edilmektedir. Beyaz
balıkçıllar, pelikanlar ve diğer su kuşları kendilerini kuyruklarının alt
kısmındaki derilerinde yer alan bir bezden salgılanan yağ ile yağlarlar.
Yıkama, topraklama ve tozlamayla tüyler tekrar uçuşa uygun pozisyon için
hazırlanır.
David Attenborough, The Life of Birds, s.53
Allah, yedi göğü ve yerden de onların benzerini yarattı. Emir, bunların
arasında durmadan iner; sizin gerçekten Allah'ın herşeye güç yetirdiğini ve
gerçekten Allah'ın ilmiyle herşeyi sarıp-kuşattığını bilip-öğrenmeniz için.
(Talak Suresi,12)
45
Ördek ve kazların, küçük su birikintilerine ani inişler yapabilmek için
kullandıkları "özel teknikleri" vardır. Geniş kanatlarının tüylerini
açarak sağa ve sola savururlar. Tüyler arasında oluşan boşluklardan geçen hava
yüksek bir sese neden olur. Hatta kanatlarını sırtlarına doğru kıvırırlar, bu
da hızlarını artırır. İniş yapacakları alana birkaç metre kala kanatlarını
düzeltirler ve bu şekilde kanatlar hava freni görevi yaparak güvenli bir iniş
sağlar.
David Attenborough, The Life of Birds, s.419
46
Su kurtları yumuşak, narin vücutlarını korumak için güzel ve karmaşık
"tüpler" yaparlar. Akarsularda ve akıntılarda yaşayan Limnophilus
larvaları, kum tanelerini, küçük çakılları, boş deniz kabuklarını, yaprakları
ve ince dalları salgıladıkları ipeksi, yapışkan ipliklerle yapıştırarak,
çevrelerini saran iyi kamufle edilmiş, silindir biçimli yuvalar yaparlar.
Görsel Bilim ve Teknik Ans., Cilt 3, s.957
47
Suda yaşayan hayvanlar da kendilerini ve yavrularını korumak için yuva
yaparlar. Örneğin; Malezya'da yaşayan Asker yengeç, gel-git sınırları arasında
yaşar ve suyun kabarması sırasında kendini içi hava dolu küçük bir sığınağa
gömer, suyun çekilmesi sırasında ise kum topaklarıyla bu sığınağın çevresini
örter.
Görsel Bilim ve Teknik Ans., Cilt 3, s.957
48
Lumbricus terrestris isimli bir solucan türü, toprak içinde 70 cm. kadar
derinlere inerek çember veya elips kesitli yollar açar. Bir hektarlık alanda 25
ton'luk kütleyi yüzeye getirir; bu suretle toprağı 5 cm.'ye kadar kabartmış
olur. Ağırlığı birkaç gram olan solucan, kendisinin "50 ila 60" katı
ağırlıktaki kütleyi de harekete geçirebilir. Bu, 100 kg. ağırlığındaki bir
sporcunun 5 ton'u hareket ettirebilmesi gibidir. Solucanın bu kadar güç bir işi
başarması, vücudunu saran enine ve boyuna kaslar sayesinde gerçekleşir. Hayvan
vücudunun ön kısmındaki kasları büzerek incelir ve yoklayarak bulduğu küçük bir
deliğe başını sokar. Sonra boylamasına kaslarını çalıştırarak vücudunun ön
bölümünü şişirir ve böylece deliği genişletir. Bunları yaparken de sürekli
karnını doyurur ve sürekli olarak ilerler.
Bilim ve Teknik, Sayı,298, s.58
Göklerde ve yerde bulunanlar O'nundur; hepsi O'na 'gönülden boyun eğmiş'
bulunuyorlar. Yaratmayı başlatan, sonra onu iade edecek olan O'dur; bu O'na
göre pek kolaydır. Göklerde ve yerde en yüce misal O'nundur. O, güçlü ve üstün
olandır, hüküm ve hikmet sahibidir. (Rum Suresi, 26-27)
49
Kral penguenler, her yıl Mart sonlarında üreme yerlerine gelirler. Dişi
penguen tek bir yumurta yumurtlar ve gider. Bundan sonra baba penguen Temmuz
ortasına kadar süren –300C'ye varan soğuklarda ve hızı 120 km./saati bulan
rüzgarlarda hiçbir şey yemeden kuluçkaya yatar. Bu 4 aylık kuluçka süresinin
sonunda erkek penguen açlıktan ağırlığının yarısını kaybeder. Dişinin geri
dönmesinden sonra yavrulara nöbetleşe bakarlar.
Bilim ve Teknik, Sayı 255, s.5
50
Fenerbalığının erkeği dişisinden 10-15 kat daha küçüktür. Denizin
derinliklerinde yaşayan erkek fenerbalığı, daha yavru iken dişlerini kaybeder
ve açlıktan ölme tehlikesiyle karşılaşır. Bu yüzden en kısa zamanda bir dişi
bulmak zorundadır. Erkek, kafatasının dörtte birini kaplayan çok iri burun
delikleri sayesinde dişilerin salgıladığı "feromenleri" (bir tür salgı)
algılar. Bu şekilde dişi balığı bulur ve kıskaçları ile ona tutunur. Bundan
sonra inanılmaz bir olay gerçekleşir; erkek ve dişinin deri ve damar sistemleri
birbirleriyle kaynaşır ve erkek besini dişiden almaya (daha doğrusu çalmaya)
başlar. Bir dişi balık 3-4 tane cüce erkeği sırtında taşır. Dişi yumurtalarını
suya bırakır bırakmaz erkek de spermini salar. Yumurtalar döllendikten sonra
erkeğin görevi sona ermiştir, erkek yavaş yavaş eriyerek yok olur.
S. Deligeorges, Recherche, Kasım 1995
51
Kunduzlar kendi yaşadıkları bölgelere yabancı kunduzların girmemesi
konusunda son derece dikkatlidirler. Bu yüzden yabancıları o bölgeden
geçmemeleri için uyarmak üzere bazı engeller kurarlar. Yuvalarında ve
avlandıkları yerlerde, yaşadıkları gölden aldıkları çamurla küçük tepecikler
yaparlar. Bu tepeciklere kendilerine özgü, bezlerinden salgılanan keskin kokulu
bir madde olan casteroumu bırakırlar.
Bilim ve Teknik, Sayı 233, s.26
52
Riftia pachyptila, derin deniz diplerinde yaşayan bir solucandır ve en
ilginç yanı sindirim sisteminin olmayışıdır. Ayrıca çok ilginç bir beslenme
şekli vardır. Riftia'nın gövde boşluğunu dolduran dokunun, aslında kükürt
kristallerine yapışmış hücre içi bakteri yığınları olduğu anlaşılmıştır. Bu
bakterilerle solucan arasında çok iyi bir işbirliği vardır. Solucanın
solungaçları ile aldığı sıvı, kükürt ve oksijence zengindir. Bu maddeler kan
yoluyla gelerek solucanın vücudundaki bakterilerin organik bileşikler yapmasını
sağlar. Solucan besin olarak bu organik maddeleri kullanır. Solucanın
karbondioksit, azotlu maddeler vs. gibi metabolizma artıkları da tekrar
bakterilerce alınarak besine çevrilir.
James. L. Gould, Carol G. Gould, Olağandışı Yaşamlar, s.65
53
Yunusların derisi üzerinde yüzdükçe dalgalar meydana gelir ve bu
dalgaların girintili çıkıntılı motifleri, yunusun hız temposuna göre değişir.
Eğer hayvan derisini gergin tutarsa, bu dalga motifleri, hareketinde frenleyici
etki yapar. Buna karşın, derisini gevşetir ve dalga motiflerine uydurursa, su
direnci minimuma düşer ve hızı artar. Bu hız kontrolünü sağlamak için şimdiye
kadar insanlar tarafından yapılmaya çalışılan yunus derisine benzer kılıf
konusundaki bütün girişimler, esnek ve dirençli bir maddenin bulunamamış olması
sebebiyle başarısızlıkla sonuçlanmıştır.
Bilim ve Teknik, Sayı 231, s.10
54
Denizaltılarda bulunan dalış tankları suyla dolunca gemi sudan daha ağır
hale gelir ve dibe dalar. Eğer tanktaki su, basınçlı hava ile boşaltılırsa,
denizaltı tekrar su yüzüne çıkar. Nautilus adı verilen bir deniz hayvanı da
aynı yöntemi kullanır. Nautilus'ün vücudunda 19 cm. çapında salyangoz kabuğu
biçiminde spiral bir organ vardır. Bu organda birbiriyle bağlantılı 28 tane
"dalış hücresi" bulunur. Peki ama, Nautilus suyu boşaltmak için
gerekli basınçlı havayı nereden bulur? Nautilus, bunun için biyokimyasal yolla
özel bir gaz üretir ve bu gazı kan dolaşımı ile hücrelere aktararak hücrelerden
suyun çıkmasını sağlar. Bu şekilde Nautilus avlanırken ya da düşmanlarından
kaçarken yükselmek ya da dibe batmak için gerekli miktarda suyu dışarı
pompalayabilmektedir. Bir denizaltı sadece 400 m. dibe batabilirken, Nautilus
için 4000 m. derinliğe dalmak son derece kolaydır.
National Geographic, January 1976, s.38-41
55
Yunusların kubbe biçimindeki kafa çıkıntılarının "damla"yı
andıran biçiminin suyu çok daha iyi yardığı anlaşılmıştır. Bunun üzerine
gemilerin çoğuna, yunus kafasına benzeyen bir pruva şekli verilmiş, bu da hızın
yükseltilmesini ve yakıttan yaklaşık %25 oranında ekonomi yapılmasını
sağlamıştır.
Bilim ve Teknik, Sayı 231, s.9
56
Kızıldeniz iki büyük çöl arasında kalan bir denizdir. O bölgedeki hava
kuru ve verimsizdir. Kızıldeniz'e hiçbir nehir ya da başka bir tatlı su
boşalmaz, yani buraya hiçbir yerden oksijen ya da nitrojen ulaşımı yoktur.
Normal şartlarda bu denizin verimsiz ve çevrildiği karalar gibi bir çöl olması
gerekirken, Kızıldeniz'de tüm çeşitleriyle mercanlar bulunur. Zor şartlara
rağmen burada yaşamayı başaran mercanların bu başarısı, Zooxanthellea denen bir
alg türü ile yaptıkları "ortak bir yaşam" ile gerçekleşir. Zooxanthellea,
fotosentez yapan bir algdir. Mercan bu alge barınacak bir yer sağlar ve aynı
zamanda bu algden birazını yer. Mercanlar gündüz içlerine kapanırlar, dışarıda
sadece iskeletleri kalır. İşte bu zamanlarda alg, mercan iskeletinin arasında
düşmanlarından korunarak güneş ışığıyla fotosentez yapar.
Bilim ve Teknik, Sayı, 298, s.33
57
Duvarcı ve çömlekçi eşek arılarının yaptıkları, küçük şişelere benzer
yuvalar, duvarlara ya da bitkilere tutturulmuştur. Yuvalarını kil ve kum
taneciklerini ağız salgılarıyla birbirine yapıştırarak yaparlar. Dişi eşek
arısı yuvayı tırtıllarla doldurur. Tırtılı iğnesiyle sokarak felç edecek
şekilde yuvanın tavanına asar. Böylece gelişen eşekarısı larvasının beslenmesi
mümkün olur.
Görsel Bilim ve Teknik Ans., Cilt 3, s.957
58
Filler gibi birbirinden çok uzaklarda yaşayan hayvanlarda
"iletişim" çok önemlidir. Bir yavru fil uyumak istediğinde çok geniş
bir alana dağılmış sürü bireylerinin hepsi durup onun uyanmasını beklerler. Bu
iletişimin sebebi sadece fillerin koku alma duyularının çok keskin olması
değildir. Filin alnında, 20 hertzin altında frekanslarda boğuk bir ses çıkartan
bir organ bulunmaktadır. İşte bu organ sayesinde filler kendi aralarında, diğer
canlıların anlayamayacağı gizli ve şifreli bu dili kullanarak konuşmaktadırlar.
Fillerin çıkardıkları bu boğuk tonlar, yani çok uzun dalgalar, kısa dalgalardan
çok daha uzaklara gidebilir. Bundan dolayı fillerin bu frekanstaki gizli dili
uzun mesafeli görüşmeler için idealdir.
National Geographic, Ağustos 1989, s.264-267
59
Suyun içinde rahatça hareket eden istiridyelerin nasıl hareket ettiğini
bulmak isteyen bilim adamları Saint-Jacques istiridyesinin mekanik sistemini
incelemişlerdir. İstiridyeler önce açılırlar ve içeri bir miktar su alırlar.
Sonra bu suyu yumuşak dokulu bir kesenin içine hapsederler. Ardından,
menteşelerinde bulunan iki delikten (kabuklarının birleşim yerlerindeki iki
delik) suyu dışarı atarlar. Yumuşakça, bu sayede öne doğru fırlar. Sahip olduğu
elastiki bağ, kabuğunu hiçbir güç harcamaksızın tekrar açmasına imkan verir.
Bilim ve Teknik, Sayı 296, s.13
60
Kartal inişini yaparken, kuyruğunu havalandırır ve onu vücuduna göre bir
açıyla aşağı çekerek hızını azaltır. Kanatlarının uçlarını alçaltarak onları
fren olarak kullanır. Hızını kaybederken, kanatların üstünde oluşan hava akımı
onun düşme tehlikesinin artmasına neden olur. Bunu "alulas"larını
kaldırarak önler. Alulaslar uçan kuşların kanatlarının ucunda bulunan üç-dört
tüy öbeğidir. Bunlar kanat yüzeyinde havanın çizgi halinde akmasına yardımcı olur.
Artık kuş neredeyse tüm hızını kaybetmiştir. Dev pençelerini ileri doğru
uzatır, dalı kavrar ve böylece tamamen durur.
David Attenborough, The Life of Birds, s.51
Allah... O'ndan başka ilah yoktur. Diridir, kaimdir. O'nu uyuklama ve uyku
tutmaz. Göklerde ve yerde ne varsa hepsi O'nundur. İzni olmaksızın O'nun
katında şefaatte bulunacak kimdir? O, önlerindekini ve arkalarındakini bilir.
(Onlar ise) Dilediği kadarının dışında, O'nun ilminden hiçbir şeyi
kavrayıp-kuşatamazlar. O'nun kürsüsü, bütün gökleri ve yeri kaplayıp-kuşatmıştır.
Onların korunması O'na güç gelmez. O, pek yücedir, pek büyüktür. (Bakara
Suresi, 255)
61
Bazı canlılar kendi yaşam bölgelerini belirlemek için "koku
bırakma" yöntemini kullanırlar. Örneğin ceylanlar kendi bölgelerini
belirlemek için uzun ince dallara ve otlara, hemen gözlerinin altındaki
bezlerden salgılanan ve katran gibi kokan bir madde bırakırlar. Bu koku diğer
ceylanların bölgenin bir sahibi olduğundan haberdar olmalarını sağlar. Ren
geyiklerinin ise, arka ayaklarının ucunda koku bezleri vardır. Bu bezlerden
salgılanan koku, bölgelerini işaretlemelerine yardımcı olur. Tavşanlar da
çenelerindeki bezler ile bir koku bırakarak bölgelerini işaretlerler.
Bilim ve Teknik, Sayı 261, s.57
62
Meyve sinekleri (Drosofila) çiftleşme çağrısı yaparken kanatlarını
kullanırlar. Erkek, dişinin yakınında, onun tüylü kanatlarının düzlemine dik
açı yapacak şekilde durur. Sonra bir ya da iki kanadını, türüne göre 160 ile
300 hertz arasında değişen bir hızla ona doğru çırpar. Drosofila'nın minik kanatlarının
titreşimi çok zayıf bir ses çıkartır. Dişi sinek bu sinyali nasıl algılayıp
tanımaktadır? Araştırmacılar, havanın hareket biçiminin, antenin kökünde
bulunan ve "johnston organı" adı verilen bir doku içindeki duyu
hücreleriyle algılandığını ve dişi tarafından çözümlendiğini saptamışlardır.
Son derece karmaşık bir biçimde düzenlenmiş bu organda 30.000'e yakın duyu
hücresi bulunduğu için biyologlar bu karmaşık sistemin işleyişini henüz
açıklayamamışlardır.
Görsel Bilim ve Teknik Ans., Cilt 1, s.81
63
Suyun içine girerek avlanmak kuşlar için aslında oldukça tehlikelidir.
Çünkü kuşlar sıcakkanlıdır ve donma riskleri vardır. Balinalar, foklar gibi
deniz memelileri bu tehlikeyi taşımazlar, çünkü vücutlarını saran kalın bir yağ
tabakası vardır. Kuşlar uçtukları için böyle bir ağırlığı taşıyamazlar, fakat
onların kendilerine has, etkili bir yöntemleri vardır: "tüyleri".
Uçmalarını sağlayan tüyleri aynı zamanda havayı tutarak, kuşların karadayken de
sıcak kalmalarını sağlar. Aynı yöntemi suyun altında da kullanırlar.
David Attenborough, The Life of Birds, s.124
64
Kuşlar yere indikten sonra eğer fırsat bulurlarsa, günde bir kez tüylerini
temizleyip, havalandırarak banyo yaparlar ve tüylerini tararlar. Uçuşta
kullandıkları uzun kanat tüylerinin özel bir bakıma ihtiyaçları vardır. Her
birini gagalarıyla tek tek itinayla temizler ve ayırdıkları her tüy lifini
tekrar birbirine kenetlerler.
David Attenborough, The Life of Birds, s.51
65
Skimmerlar (kırlangıç benzeri bir kuş) da alışılmadık bir şekilde
avlanırlar. Skimmer'ın alt çenesi, üst çenesinin iki katı büyüklüğündedir. Suya
çok yakın uçarken bu uzun alt çenesini suya daldırarak avlanır. Gaganın ucuna
bir cisim değdiğinde hemen üst çenesini de kapatarak avını yakalar. Bazen
bunlar suda yüzen sert cisimler de olabilir. Skimmer'ın gagasını bu sert
cisimler ağzındayken aniden kapatmasıyla oluşacak şokun kendisine zarar vermesi
gerekirken, böyle olmaz. Çünkü Skimmer'in başında ve boynunda şok emici güçlü
kaslar vardır. Skimmer ilk taramada nadir olarak başarılı olur. İkinci atakta
kuş tekrar havalanır ve biraz önce fark ettiği ava doğru tekrar uçar. Su
yüzeyinde hala kabarcıklar vardır ve bu kabarcıklar genellikle suyun üstünü
araştırmak isteyen balıkları çeker. İşte bu Skimmer'ın ikinci atağıdır ve bu
defa çok daha başarılı olur.
David Attenborough, The Life of Birds, s.118
66
Amazon ormanlarında yaşayan Ophtalmophora (kanatlarında gözleri olan
anlamındadır) cinsi kelebeklerin kanat desenleri de son derece şaşırtıcıdır.
Kanatlardaki beneklerin merkezlerinde sedefimsi bir lekeden oluşan parlak birer
"gözbebeği" vardır. Bu da kanatların bir çift göze benzemesini
sağlamıştır. Gerektiği zamanlarda kelebek kanatlarını açar ve düşmanlarının
korkmasını sağlar.
Bilim ve Teknik, Sayı 257, s.12
67
Kuşların dişleri yoktur. Bu yüzden tohum yiyen kuşlar, tohumların dış
kabuğunu ağızlarıyla kırarlar, hatta iç kabuğu da biraz bölerler. Çiğnemeyi ise
vücutlarının başka bir yerinde, daha sonra yaparlar. Mideleri iki odacığa
bölünmüştür. Ön odada besinleri kimyasal olarak sindirmeye yarayan salgılar
salgılanır. Arka odada ise sindirim fiziksel olarak gerçekleşir. İşte burası
kursaktır. Kursağın duvarları kalın ve kaslıdır. Ayrıca iç yüzeyi oluklu ve
girintili-çıkıntılı bir yapıya sahiptir. Kaslar ritmik olarak kasılırken
duvarlar birbirine çarpar ve ön odadan salgılanan sindirim sıvılarının da
yardımıyla besinler öğütülür. Her kuşun böyle bir öğütme sistemi vardır. Fakat
tohum yiyiciler özellikle tohumların sert kabuklarını kırabilmek için böylesine
güçlü bir sindirme sistemine ihtiyaç duyarlar ve bu sistemin verimini artırmak
için kursaklarını çakıl taşlarıyla doldururlar.
David Attenborough, The Life of Birds, s.77-78
68
Bazı kuşlar suyun kıyısında avlanırlar. Yeni Zelanda nehrinin kıyısında
avlanan Wry-bill kuşlarının gagalarının ucu benzersiz bir şekilde hep sağa
doğru eğiktir. Kafasını sola çeviren kuş asimetrik gagasını kullanarak ağır
çakıl taşlarını balık yumurtalarının üzerine iterek yumurtaları kırar ve yer.
Bu kuşlar neden böyle ilginç bir teknik kullanmaktadır? Wry-bill'ler için
tehlike havadan gelen bir şahindir. Kuş beslenirken başını aşağıya değil de
yana doğru çevirerek sol gözüyle havadan gelebilecek bir tehlikeyi böylece
gözetleme imkanına sahip olur.
David Attenborough, The Life of Birds, s.118
69
Kingfisher adı verilen kuş gölün üstüne uzanan bir dalda otururken,
aşağıda suyun içinde bir balık görünce hemen harekete geçer. Eğer dal suya çok
yakınsa, kuş önce yukarıya doğru havalanarak yükseklik kazanır. Böylece suya
dalmak için hız alabileceği bir mesafe oluşur. Aşağı doğru indikçe kanatlarını
çırparak hızını daha da artırır. Kanatlarını arkaya alıp genişleterek suya
dalar ve balığı yakalar. Suyun içinde de kanatlarını çırparak yükselmeye
çalışır. Su yüzeyine çıkar ve tekrar dalına geri döner. Orada avının başını sert
bir cisme vurarak öldürür ve bir lokmada yiyerek yutar. Bunların hepsi sadece
birkaç saniyede gerçekleşir.
David Attenborough, The Life of Birds, s.118
70
Meşe palamudu ağaçkakanı yaz boyunca ölü bir ağaç kütüğünde sürekli olarak
"delikler" açar ve yaz sonunda bu delikleri kışın yiyebileceği meşe
palamutlarıyla doldurmaya başlar. Meşe palamutlarını her deliğe bir tane olacak
şekilde adeta çekiçle çakar gibi yerleştirir. Fakat bu işlem ağaçkakan için
oldukça uzun sürer. Çünkü önceden hazırladığı deliklerin büyüklüğüne uygun
büyüklükte palamudu bulup yerleştirmeye çalışır. Eğer delik büyük olup palamut
küçük olursa, gevşek duran palamut diğer kuşlar tarafından rahatlıkla
alınabilir. Eğer delik küçük olup da palamudu zorla deliğe sıkıştırmaya
çalışırsa bu kez palamut zarar görür. Bu nedenle deneme yanılma yöntemini
uygulayan ağaçkakanın işi çok uzun sürer. Zaman geçtikçe palamutlar küçülürler
ve kururlar. Bu nedenle tekrar yerlerine yenilerinin yerleştirilmeleri gerekir.
Bu ağaçkakanlar büyük bir ağaçta bu palamutlardan "50.000" tanesini
depolayabilirler.
David Attenborough, The Life of Birds, s.77
71
Güney Amerika'nın yağmur ormanlarında yaşayan Sun bittern kuşu korunmak
için "görsel" sinyaller kullanır. Kendisine yaklaşıldığını anladığı
anda kuş hiç beklenmedik şekilde kuyruğunu havalandırır ve kanatlarını
olabildiğince açar. Her iki kanadında bulunan göze benzer büyük benekleri
ortaya çıkarır. Bu ani hareketle düşmanının korkup kaçmasını sağlar.
David Attenborough, The Life of Birds, s.163
72
Kuş yumurtasında, embriyonun düzgün bir şekilde gelişebilmesi için
ihtiyacı olan herşey bulunur. Örneğin su, yumurtanın sarısını çevreleyen
yumurta akı (albümin) tarafından sağlanır. Zarla çevrili olan bu yığın
yumurtanın rahime giderken geçtiği kanal boyunca ilerler ve kireç salgılayan
bezin bulunduğu bölüme gelir. Bu bez kabuğu oluşturur. Kanalın biraz daha
aşağısında bulunan başka bezler, kandan ve safradan alınan pigmentlerle kabuğu
renklendirirler. Eğer yumurta kanalda aşağı doğru ilerlerken ezilip, bükülürse,
yumurtanın üstünde çizgiler ortaya çıkar ve kas kasılmalarıyla ileri itilen
yumurta son halini almış şekilde dış dünyaya atılır.
David Attenborough, The Life of Birds, s.218
73
Kedi güvesi tırtılı korktuğu zaman adeta "şahlanarak" korkunç
bir görünüm kazanır. Başını içeri çekerek "omuzlarını"
kamburlaştırır. Böylece ortaya parlak kırmızı bir halkayla bunun üzerinde duran
iki siyah nokta çıkar. Tırtılın aldığı bu şekil, bir surata çok benzer. Kırmızı
halkaysa bir uyarıdır. Tırtıl daha fazla rahatsız edilecek olursa göğsündeki
bezlerden, içinde % 40 karınca asidi bulunan yakıcı bir karışım püskürtür.
Notodontid familyasından diğer güvelerin de benzer savunma yöntemleri vardır.
Bir cins korktuğu zaman keskin bir "hidroklorik asit" çıkarır.
Hayvanlar Ans., C.B.P.C Publishing, Böcekler, s.150
Şüphesiz Allah, gökleri ve yeri zeval bulurlar diye (her an kudreti
altında) tutuyor. Andolsun, eğer zeval bulacak olurlarsa, kendisinden sonra
artık kimse onları tutamaz. Doğrusu O, Halim'dir, bağışlayandır. (Fatır Suresi,
41)
74
Patoo adı verilen kuş "taklit yapabilme" kabiliyetini
hareketleriyle destekler. Bir ağaç kütüğüne konar ve tüyleriyle aynı renk olan
kütükte hiç fark edilmez. Fakat yanına yaklaşıldıkça taklidini daha
mükemmelleştirmek için hareket etmeye başlar. Çok yavaş bir şekilde, kuyruğunu
indirir ve onu ağaç kütüğünün deliğine sokar. Böylece kuşla ağacın birleşme
yeri iyice belirsizleşir. Sonra yine aynı yavaşlıkta, gagası dik olarak
gökyüzüne dönene kadar başını kaldırır ve gözlerini kapar. Kuşa 90 cm. uzaklıkta
olunduğunda bile kuş hareketsiz ve donuk durur. Kuşun özelliği, göz kapakları
kapalı olmasına rağmen görebilmesidir. Her iki göz kapağında da çok ufak dikey
yarıklar vardır. Bu yarıklar kuşun hassas gözlerine ışığın girmesini ve bu
sayede etrafını görmesini sağlar.
David Attenborough, The Life of Birds, s.164
75
Su içindeki hayvanlarla beslenen kuşlar önemli bir yeteneğe sahiptirler.
Işık suya girdiğinde veya çıktığında kırılır. Bu nedenle kuşların suyun üstünde
iyi bir gözlem yapmaları gerekir. Afrikalı Yalı çapkını havada rüzgar yokken
dahi "sabit kalabilme" özelliğine sahiptir. Ve bu da ona havada asılı
kalamayan diğer Yalı çapkını kuşları arasında büyük bir avantaj sağlar. O,
balık avlamak için bir dalın üstünde beklemek zorunda değildir. Balığın olduğu
her yerde avlanabilir.
David Attenborough, The Life of Birds, s.118
76
Ağaçkakanın gagasıyla ağacı delme hızı saatte yaklaşık olarak 40 km.'dir.
Eğer kuşun gagasında özel bir kilit sistemi olmasaydı bu hız nedeniyle gagası
iki parçaya ayrılırdı. Vuruşun şoku öyle büyüktür ki, bunun etkisi direkt
olarak beyne gitmiş olsaydı kuş bilincini kaybederdi. Ancak burada kuş
bilincini kaybetmez, çünkü beyni tam gagasının seviyesinde yer almaktadır ve
şokun etkisi gaganın tabanında yer alan kasların "şok emici" işlevi
nedeniyle azaltılır.
David Attenborough, The Life of Birds, s.88
77
Kuşların da insanlar gibi gırtlakları vardır. Fakat bunlar ses üretmezler.
Gırtlak kuşlarda suyun ve besinlerin nefes borusuna kaçmaması için kapakçık
görevi yapar. Kuşların sesi başka hiçbir canlıda olmayan ve vücutlarının
derinliklerinde yer alan farklı bir yapı olan "syrinx"ten gelir. Kutu
şeklindeki bu organın çevresi kıkırdakla kuvvetlendirilmiştir ve kuşun nefes
borusunun alt kısmında yer alır. Syrinx burada iki tüp şeklinde kola ayrılarak
ciğerlere bağlanır. Kuş, ciğerlerini kastığı zaman bu tüplerin her birinden çok
hızlı bir şekilde geçen hava, melodili bir ses oluşturur.
Syrinxteki kaslar her bir tüpün ağzındaki kapakçıkların bağımsız olarak
titreşmesini sağlar ve böylece sesin perdesi farklılaşarak notaların kalitesi
artar.
David Attenborough, The Life of Birds, s.154
78
Şelalelerin arkalarında bulunan kayalıklara kuşların ulaşması imkansızdır.
Bunu yapmaya kalkışan kuş tonlarca ağırlıktaki suyun altında savrulacaktır.
Oysa Güney Amerika'da yaşayan bir tür Kılıç kırlangıcı o kadar küçüktür ve o
kadar hızlı uçar ki, şelaleyi bir ok gibi delerek geçer ve arkasındaki
kayalıklarda kendisine güvenlikli yuvalar kurar. Kılıç kırlangıçlarının
ayakları son derece küçüktür. Bu da yuva yapımında onlar için bir zorluktur.
Diğer kuşların yaptığı gibi yere inip malzemeleri tutup kavrayamazlar. Bunun
yerine tüyleri, kuru ot parçalarını ve havada yüzebilen diğer materyalleri
seçerler. Sonra bu malzemeleri, tükürük bezlerinde ürettikleri yapışkan
salyayla yapıştırarak biraraya getirirler. Tüy üstüne tüy, kat üstüne kat
yaparak fincan benzeri küçük bir yuva yaparlar.
David Attenborough, The Life of Birds, s.225
79
Yunus balıkları, alt çeneleri yardımı ile işitirler. Bu deniz
memelilerinin yaydıkları "ultra seslerin" yankıları, onlar için
çevrelerini kuşatan dünyanın bir görüntüsünü oluşturma olanağı sağlar. Bu son
derece incelikli sonarın nasıl işlediği, onlarca yıldan beri araştırmacılar
için bir bilmece konusu olmuştur. Yağımsı bir madde ile dolmuş olan içi oyuk
kemikler sesleri yükseltir. Balığın alt çenesinin, bu sonar sisteminin zorunlu
bir parçası olduğu bulunmuştur.
Bilim ve Teknik, Sayı 237, s.31
80
Tilapya balıklarının erkeği ve dişisi çiftleşme öncesinde birlikte kendi
bölgelerini korur, temizler ve yumurtlamak amacıyla çukur kazarlar. Dişi
yumurtalarını bu çukura döktükten sonra erkek Tilapya, yumurtaları döller.
Yumurtlama ve döllenmeden sonra çiftler yumurtaların yanında yüzerler ve karın
yüzgeçleriyle yumurtaların ihtiyacı olan oksijenli temiz suyu sağlamak için
yelpaze hareketi yaparlar.
Bilim ve Teknik Sayı 255, s.35
81
Palmiye deniz kırlangıcı da, yuva yapımında kendi salgısını kullanır.
Yuvasını palmiyelerin sallanan dallarının altında ve bazen de insan yapımı
köprülerin dikey yüzeylerinde yapar. Kuş, bir yastık oluşturabilmek için
yaprağın dikey yüzeyine, tüylerle karıştırarak salyasını bulaştırır. Dişi
yumurtlamaya başlayacağı zaman vücudu dikey olacak şekilde bu yastığın üst kısmına
yerleşir. Kuş yumurtayı çıkardıktan sonra, yumurtayı kuyruğuyla kenarından
yavaş yavaş iterek göğsüyle ve göbeğiyle yastığın içine bastırır. Daha sonra
yumurtayı kaplayacak şekilde gagasında salya üretir. Vücudunu yanlara doğru
sallayarak, bir yandan da yumurtayı yaprağa yapıştıracak şekilde iyice salyayla
kaplar. İkinci yumurtayı da aynı şekilde diğerinin yanına yerleştirir.
David Attenborough, The Life of Birds, s.226
82
Sungrebe kuşunun yavruları yumurtadan 10-11 gün gibi çok kısa bir süre
sonra çıkarlar. Bu yüzden az gelişmişlerdir ve diğer su kuşlarından ayrı olarak
kör ve çıplaktırlar. Bu yüzden Grebe kuşları yavrularını taşımak için kuşlar
alemindeki en sıradışı metodu kullanırlar. Erkeğin kanatlarının altındaki
derisinin üstünde semer benzeri keseler bulunur, erkek kuşlar yavrularını
korumak için bu keselerde taşırlar. Minik Grebe yavruları, erkeğin her iki
yanındaki keselere bilinmeyen bir şekilde ulaşırlar. Erkek kuş, yavrular
kanatlarının altındaki keselerde dururken bile uçabilir. Hem uçup, hem de
yavrularını taşıyan başka hiçbir kuş bilinmemektedir.
David Attenborough, The Life of Birds, s.256
83
Küçük kahverengi bir balıkçıla benzeyen Afrika kuşu Hamerkop ise oldukça
dayanıklı ve büyük yuvalar yapar. Bitmiş bir yuva 45 kg.'dan daha fazla ağırlıktadır
ve boyu da tabanından kubbeli çatısına kadar 1.5 m.'yi geçen yüksekliktedir. Bu
yuva 8.000 parçadan oluşur. Hamerkop eğer yuva yapacaksa taşıyabileceği herşeyi
kullanarak yuva yapar. Bunlar ağır dal parçaları, çalılıklar, yapraklar,
tüyler, kemik parçaları hatta plastik bile olabilmektedir. Yuvanın yeri olarak
da genelde ağacın çatallı dallarını seçer.
David Attenborough, The Life of Birds, s.228
84
Dişi Hornbill kuşu, (tropikal Asya ve Afrika'da bulunan boynuz gagalı kuş)
yuva yapımında çok titiz davranır. Yuva yapacağı ağaç kovuğunun havadar olması
gerekir. Ayrıca kovuğunun tepesinde herhangi bir saldırı anında kaçabilmesi
için bir baca da olmalıdır. Hornbill kuşu, yuva yapacağı kovuğu küçük çatlak ve
delikleri de kullanarak genişletir. Kullandığı malzemeler türüne göre değişir.
Afrika Hornbillleri çamur, Borneo Rhinoceros Hornbillleri reçine, hepsinden
büyük olan Hindistan Hornbillleri ise çiğnenmiş talaş ve besin kullanarak yuva
yaparlar. Dişi olan içeride oturarak yuvayı sıvamaya başlar. Erkek kuş da bir
yandan ona bu sıvama işlemi için gerekli malzemeyi taşır. Kısa zamanda yuva
öyle daralır ki, dişi kuş dışarıya çıkamaz. Aynı boyutlarda hiçbir avcı da
içeri giremez. Dişi kuş bu yuvada yumurtalar çatlayıncaya kadar, yani 3 ay
boyunca kalır.
David Attenborough, The Life of Birds, s.227
85
Bazı yetişkin kuşlar, yavrularını önceden sindirdikleri besinlerle
beslerler. Örneğin güvercinler kursaklarında yağ ve protein yönünden çok zengin
bir madde olan ve "güvercin sütü" adı verilen özel bir salgı üretirler.
Memelilerin sütünden farklı olarak bu süt hem anne hem de baba tarafından
üretilir. Birçok kuş buna benzer besinleri yavruları için hazırlarlar.
David Attenborough, The Life of Birds, s.262
86
Su içine yuva yapan kunduzlar öncelikle baraj yaparak, suyun akışını
yavaşlatırlar ve suyun yükselerek yapay bir göl oluşturmasını sağlarlar. Bu
baraj yukarıdan bakıldığında, düz bir çizgi şeklindedir. Fakat ırmağın hızı
arttıkça dış bükey (konveks) bir biçim alır. Kunduzlar, su bendinin ırmağın
aşağısına bakan yüzünü dik, yukarısına bakan yüzünüyse "450 eğimli"
yaparlar. Yuva yapmak için yığdıkları dalları kil ve ölü yapraklardan
yaptıkları bir harçla birbirine yapıştırırlar. Bu harç su geçirmediği gibi
suyun aşındırıcı gücüne karşı da çok dayanıklıdır.
Wild Encounters Tale of Beaver, Karvonen Films Ltd.
87
Su kuşlarından olan Grebe yavrularını sırtında taşır. Anne, yavrularının
üstünden düşmemesi için kanatlarını hafifçe yukarıya doğru kaldırır ve
yavrularını başını yana doğru uzatarak gagasına aldığı besin parçalarıyla
besler. Fakat yavrulara verdikleri ilk şey gerçek bir besin değildir. Grebeler
yavrularına ilk olarak su üstünden topladıkları ya da göğüslerinden
kopardıkları tüyleri yedirirler. Bunun nedeni, sivri balık kılçıklarının veya
böceklerin sert bir parçasının yavruların midesinden geçerken, bağırsakların
narin çeperlerine zarar vermesini önlemektir. Bu tüy yeme tecrübesi, kuşun tüm
hayatı boyunca devam edecektir. Fakat bu kuşun hayatının ilk dönemi için,
oldukça önemli bir tedbirdir.
David Attenborough, The Life of Birds, s.256
88
Pangolinler "canlı çam kozalakları" diye de adlandırılırlar.
Çünkü hayvanın vücudunda baş, sırt, kuyruk ve bacakları kaplayan, birbirinin
üstüne binen iri, kahverengi pullar vardır. Pangolin'in yapışkan dili 300 cm.
kadar uzunluktadır. Hayvan bu sayede dilini termit, karınca gibi hayvanların
yuvalarına sokar ve termit, karınca, pupa, larva, yumurta kısacası yuvada ne
varsa diliyle zorlanmadan toplayarak yer. Karınca ve termitlerin bünyelerinde
bulunan asitlerin kendisine zarar vermesini ise midesinin kalın kaslı çeperi
sayesinde engeller.
Hayvanlar Ans.,C.B.P.C Publishing, Memeliler, s.168
89
Yapraklı deniz ejderleri adeta birer "kamuflaj ustasıdırlar",
akıntılarla dalgalanan yosunlara çok benzerler. Bu familyadaki balıkların
gövdesinin etrafında halka biçiminde kemikli, bir dış iskelet zırhı vardır.
Hortum biçimini almış uzun ve dişsiz bir ağızları bulunur. Zırhlı gövdelerinden
yapraksı uzantılar çıkar. Yosuna benzeyen görüntüleri sayesinde avları tarafından
genellikle fark edilmeyen deniz ejderleri, hortumlarını birdenbire uzatarak
suda bir emme kuvveti yaratırlar ve karidesleri içlerine çekerek yutarlar.
Yapraklı deniz ejderlerinin bir başka önemli özelliği de erkeklerinin
yumurtalarını çevresinde korumaya almasıdır. Ejderin kamuflajı sayesinde
yumurtalar görünmezler.
Scientific American, Aralık 1998
90
Bahçe örümcekleri, ağlarını dışarıdan çerçeveleyen iplikçiğin alt
ortasından kısa saplı bir ipliğe ağırlık bağlayarak oluştururlar. Ve ağı gergin
hale getirirler. Bu ağırlık havada sallanarak ağı sağlam hale getiren bir taş
parçası, bir ağaç parçası ya da bir salyangoz kabuğu olabilir. Bilim adamları
ağa asılı durumda bulunan ağırlığı hafifçe yukarı kaldırdıklarında ve tekrar
serbest sallanmasını engellediklerinde, yuvasında beklemekte olan örümceğin
hemen geldiğini ve mekanizmayı kontrol ettiğini, daha sonra da ağırlığın tekrar
havada serbest olarak sallanabilmesi için örümceğin ipliği kısalttığını
gözlemlemişlerdir. Gözlemlerinden çıkardıkları sonuç bütün bu hareketlerin
örümcek tarafından ağın sağlamlaştırılması için "amaçlı" olarak
yapıldığıdır.
Bilim ve Teknik, Sayı 342, s.100
91
Dişi Mantis, bir seferde 80-100 yumurta bırakan çekirge benzeri bir
böcektir. Bu yumurtalar sert, süngerimsi keselerin içindedir. Dişi bu
kapsülleri ince dallara yapıştırır. Mantis yumurtlarken bir taraftan da bir
sıvı çıkartır. Vücudunun hareketleriyle bunu karıştırarak köpüklendirir.
Yumurtalar ilk çıktığında henüz sertleşmemiş bu maddenin içinde kalırlar. Sonra
bu salgı çabucak katılaşarak kurur. Bu süngere benzeyen kapsül, yumurtaları aç
kuşlara karşı korumaktadır.
Hayvanlar Ans., C.B.P.C Publishing Böcekler, s.124
92
Avustralya'da yaşayan ve boyları 45 cm. ile 90 cm. arasında değişen
"uçan sincaplar"ın bütün türleri ağaçlarda yaşar. Aslında yaptıkları
tam olarak uçma değildir. Bir ağaçtan diğerine uzun atlayışlar yaparak hareket
ederler. Ağaçlar arasında bir planör gibi uçarak hareket eden bu canlılarda
kanat yoktur, uçma zarı vardır. Uçan sincapların bir türü olan "Şeker uçan
sincapları"nın uçma zarı, ön bacaklardan arka bacaklara doğru uzanır;
dardır ve püsküle benzer uzun tüyleri vardır. Bazı türlerindeyse uçma zarı
kürklü bir deriden oluşan bir zar halindedir. Bu zar ön ayağın bileğine kadar
uzanır. Uçan sincap, bir ağacın gövdesinden fırlar ve gerilmiş derinin planöre
benzeyen etkisiyle bir seferde 30 m.'lik bir uzaklık aşabilir. Arka arkaya 6
kaymayla 530 m.'lik bir mesafe alabildikleri gözlenmiştir.
Hayvanlar Ans., C.B.P.C Publishing, Memeliler, s.88-91
93
Meyve güveleri (Graptolitha molesta) kur yapmak için çok ince ve karmaşık
yöntemler kullanırlar. Dişi güvenin dikkatini çekmeye çalışan erkek güve özel
olarak çekici kokulu bir parfüm üretir. Bu parfüm, yasemin özünde bulunan
"metil yasmonat" adlı bir bileşiği içermektedir. Karmaşık bir
kimyasal yapısı olan bu bileşik, günümüzde üretilen parfümlerin çoğunda
kullanılır.
Görsel Bilim ve Teknik Ans., Cilt 3, s.812
94
Sandgrouse kuşlarının yavrularına su getirme görevini erkek kuş
üstlenmiştir. Diğer kuşlar suyu kursaklarında taşıyarak yavrularına getirirler
fakat erkek Sandgrouse kuşu uzun yolculuklar yaparak suyu taşıdığı için çok
farklı bir yöntem kullanır. Göğsündeki ve vücudunun alt kısmındaki tüylerin iç
yüzeyleri ince bir tel katmanıyla kaplıdır. Erkek kuş bir su birikintisine
ulaştığı zaman, ilk olarak vücudunun alt kısmını kuma sürter ve toza bulanan
tüyleri "su itici yağdan" kurtulmuş olur. Daha sonra suyun kenarına
gider ve böylece tüm tüyleri tamamen ıslanır. Tüylerin üstündeki ince tel katmanı
bir sünger gibi suyu çeker. Tüyleriyle vücudu arasında adeta sıvı bir kargo
taşıyan kuş, kumdaki yavrularının yanına gider ve vücudunu yukarı kaldırır.
Yavrular sanki annelerinden süt emen memeliler gibi suyu çekerler. Erkek kuş bu
işi en az iki ay boyunca sürdürür.
David Attenborough, The Life of Birds, s.279
95
Puma olağanüstü gücü ve dayanıklılığıyla tanınır. Hayvan bir atlayışta 6
m.'lik bir uzaklığı aşabilir. Ayrıca 12 m. yüksekliğe sıçrayabilir, 18 m.
yükseklikten aşağıya da kolaylıkla atlayabilir. Puma, kendi ağırlığının 3 katı
olan bir avını karda rahatlıkla sürükleyerek taşıyabilir. Avını ararken kendi
bölgesinden 45-75 km.'ye kadar uzağa gidebilir.
Hayvanlar Ans., C.B.P.C Publishing, Memeliler, s.185
96
Yaban arıları diğer arıların aksine toprakta yaşarlar ve sadece erkekleri
uçabilir. Bu yüzden çiftleşmek isteyen dişilerin bitkilerin yüksek gövdelerine
tırmanmaları gerekir. Ancak bundan sora dişi "çiftleşme kokusu"nu
yayar ve erkeğin onu bulmasını bekler. Erkek yaban arılarının özelliği ise
dişilerden iki hafta önce yumurtadan çıkmalarıdır. Bu, Güney Avustralya'da
yaşayan Çekiç orkidesi için bir avantajdır, çünkü bu orkidenin özelliği yaban
arısının dişisine benzemesidir. Erkek yaban arıları ortada gözükmeye başlayınca
orkide de bu fırsattan yararlanarak çiçeklerini açar ve dişi yaban arısınınkine
çok benzeyen bir koku yaymaya başlar. Erkek yaban arısı çiçeği dişi yaban arısı
zanneder ve çiftleşmeye çalışırken çiçeğin içine düşer. Çiçeğin içinden çıkmaya
çalışırken polen keseleri arının vücudunun çeşitli kısımlarına yapışır.
Polenleri taşıyan yaban arısının diğer çiçeklere gitmesiyle de çiçek döllenmiş
olur.
Malcolm Wilkins, Plant Watching, s.143
97
Bir kıtlık döneminden sonra sabah erkenden uçmaya başlamış olan arı, bir
besin kaynağı bulursa hemen kovana döner ve uyumakta olan işçi arıları birer
birer uyandırır. Haberci arı, vücudunu 1-2 saniyede 16 hertz frekansla
titreterek arkadaşlarını uyandırır, tüm arılar yaklaşık otuz dakika sonra besin
kaynağına doğru uçuşa hazırdırlar.
Science et Vie, Haziran 1998
98
Baykuş, avını yakalayabilmek için, avının yerini saptar saptamaz, en
sessiz şekilde onun üzerine atılmalıdır. Ama kuşların çoğu uçarken bir ses
çıkarırlar. Örneğin havada uçan bir kuğunun kanat hışırtısı çok uzaklardan duyulabilir.
Birçok büyük kuşun kanatları da uçarken ses çıkarır. Gürültülü kanatlarsa, bir
gece avcısı için avının olası bir saldırıyı fark etmesine yol açacağı için açık
bir dezavantajdır. Ama bu problem gece avlanan baykuşlara özel tüy yapısıyla
çözülmüştür. Baykuşun tüyleri yumuşaktır, uçmasını sağlayan güçlü kanat
tüylerinin uçları ise püskülümsü bir yapıya sahiptir. Kanat tüylerinin kadife
yumuşaklığındaki yüzeyleri, sesi etkili bir biçimde boğarak, baykuşun sessiz
uçmasını sağlar.
Görsel Bilim ve Teknik Ans., Cilt 3, s.784
99
Termitler selüloz içeren ağaç kabuklarını yutarlar, fakat aslında bunları
sindiremezler. Bunun için, yardıma ihtiyaçları vardır. Genellikle termitlerin
bağırsaklarında bakteriler yada "protozoa" adı verilen minik canlılar
yaşarlar. İşte bu minik canlılar termitlerin yerine selülozu öğütüp
sindirirler. Bağırsaklarında selülozu sindiren bir protozoa ya da bakteri
yaşamayan termitler beslenemedikleri için ölürler.
Nat. Wildlife Fed., Ranger Rick, Ocak 1993
100
Baykuşlardaki "görüş derinliği", bütün yırtıcı kuşlarda bulunur.
Ancak, hiçbir kuş bu konuda baykuş kadar iyi donanımlı değildir. Baykuşların
bazı türleri, görüş alanlarını genişletmek için, başlarını 1800 döndürüp tam
arkalarını görebilecek bir yapıya sahiptirler. Bu kolaylık, baykuşların sadece
yırtıcı hayvanlardan korunmalarını değil, aynı zamanda avlarının yerini doğru
saptamalarını da sağlar. Baykuş gözlerinin belki de en olağanüstü özelliği
büyüklükleridir. Yüzün büyük bir kısmını kaplayan bu kocaman gözler
birbirlerinden çok ince bir kemikle ayrılmıştır. Bunun sonucu olarak, göz
boşluğuna sıkıca yerleşen gözler, göz kasları için hemen hemen hiç yer
bırakmazlar. Birçok baykuşun gözü yerinden oynamadığından bu kuşlar değişik
yönlere dönmek için oldukça esnek olan boyunlarını kullanırlar.
Görsel Bilim ve Teknik Ans., Cilt 3, s.782
101
Trochidae familyasına ait bazı salyangozlar taşların üzerinde bulunan
alglerle beslenirler. Fakat, bu beslenme sırasında kendileri de başka deniz
canlılarının tehdidi altındadırlar. Salyangozların özellikle sırt ve yan
tarafları, diğer canlılar için güzel bir besin kaynağıdır. Bu salyangozlar
düşmanlarının tehditlerinden korunmak için, yapışkan özelliği olan ayak
tabanlarının yardımıyla kendilerini korumada kullanacakları uygun taşları
seçerler. Bu taşların sağladığı ağırlık sayesinde vücutlarını ters döndürerek
daha önceden yassı bir taş ile kazdıkları çukurlara kendilerini gömerler,
böylece düşmanlarından korunmuş olurlar.
Bilim ve Teknik, Sayı 342, s.100
102
Urocta durandi cinsi örümcek, yuva yaparken kaya ve taşların oyuklarına,
bildiğimiz örümcek ağı yerine, yuvarlak çadır şeklinde bir yapı inşa eder. Bu
örümcek, imal etmiş olduğu yapının kemerinden yere doğru sarkarak durur.
Çapları 2 ile 5 cm. arasında değişim gösteren çadırların 4 ile 6 arasında
değişen giriş-çıkışları vardır. Her kapının girişinde, çadırı yere bağlayan iki
tane sinyal iplikçiği bulunur. Eğer bir böcek bu iplikçiğe dokunacak olursa,
çadırın taban kısmında pusu kuran örümceğe titreşim uyarıları anında ulaşır.
Örümcek yerinden hemen çıkar ve avını çok hızlı bir şekilde bağlayarak, paket
haline getirir ve sonra geriye döner.
Bilim ve Teknik, Sayı 342, s.100
103
Kelebekler ve pervaneler çiçekleri sürekli ziyaret eden böceklerdendir. Bu
hayvanlar çiçek özünü emebilmek için, uzun bir hortum olan emme tüplerini
kullanırlar. Bu yapı hayvanın boyundan daha uzun olabilir; kullanılmadığında
katlanarak karın altında saklanır. Bunun en güzel örneği Atmaca güvesi'dir.
Sfenks güvesi diye de adlandırılan bu güvenin en önemli özelliği uzun
hortumudur. Bu sayede başka böceklerin bal özlerini alamadığı bitkilerden
kolaylıkla bal özlerini alır.
Görsel Okul Ans., Cilt 4, s.225
104
Karıncalar yaprak bitlerini evcilleştirirler. Yaprak bitlerinin salgıları
ile beslenen karıncalar, onların her türlü bakımları ile ilgilenirler. Onları
düşmanlarına karşı korurlar. Örneğin uğur böcekleri ve eşek arılarının yaprak
bitlerinin yakınına bıraktıkları yumurtalarını yerler. Yaprak bitleri de bu
bakımın karşılığı olarak karıncaların ihtiyaç duydukları, tatlı sıvıyı
almalarına izin verirler.
Hayvanlar Ans., C.B.P.C Publishing, Böcekler, s.12
105
Kum kazıcı yaban arılarının bir türü olan A.hungarica arıları, yuva
yapımında oldukça özenlidirler. Öncelikle çeneleri arasına aldıkları taşları
yuvaya taşırlar. Getirilen taşlar, yaban arısının yuvasını oluşturacak
galerilerin açılmasında kullanılır. Galeri açma işleminin 1-2 dakikada
tamamlanmasına karşılık, galerilerin taşlarla düzeltilmesi ve parlatılması
yarım saat ila 1 saat arasında vakit alabilir. Toprağın kazılması sırasında
yabanarısı 7 taş değiştirir. Ayrıca yaban arıları yuva yapımında kullanılacak
olan harcın hammaddesi olan kuru toprağı nemli hale getirmek için de çiçek
nektarından faydalanırlar.
Bilim ve Teknik, Sayı 342, s.100
106
Yer sincapları doğadaki en becerikli mimarlardandırlar. Kazdıkları
tüneller bunun en açık kanıtıdır. Bu tünellerin girişinde göze çarpan toprak
öbekleri araştırmacılar tarafından değişik şekillerde yorumlanmaktadır;
gözetleme noktası, korunak gibi… Uzunlukları 10-30 m. arasında, derinlikleriyse
1-5 m. arasında değişen bu tüneller U şeklinde olduklarından iki girişleri
vardır. Kimi zaman bir üçüncü girişin görüldüğü de olur. İki tip tünel girişi
vardır: Yayvan yapıda olanlar ve volkan ağzını andıranlar. Araştırmalarla
saptanmış bir durum da yayvan şekildeki bir girişin her zaman volkan şeklindeki
girişe bağlı olduğudur. Daha ilginç olan noktaysa bu iki ağız arasında bir
havalandırma sisteminin bulunmasıdır. Eğer havalandırma sistemi olmasaydı
kuşkusuz bu ilginç hayvanlar yerin altında yaşama olanağı bulamazlardı; oysa
0.45 m./sn'lik bir rüzgarın 10 dakika içinde tamamen havalandırılabildiği
kusursuz tünel sistemi sayesinde rahatça yaşayabilmektedirler.
Görsel Bilim ve Teknik Ans., Cilt 9, s.3029
107
Bazı Güney Afrika kuşları (Anthoscopuslar), iki bölüme ayrılmış olan özel
yuvalar kurarlar. Bu yuvalarda kuluçka odasının asıl girişi gizlenmiştir.
Yuvanın diğer girişi ise ortada bir yerdedir. Bu avcı hayvanlar için özel
olarak hazırlanmış bir aldatmacadır.
Giovanni G. Bellani, Quand L'Oiseau Fait Son Nid, s.24
108
Suda yürüyen kertenkele saniyede 20 adım atarak suyun üstünde çılgınca
koşar. Ayakları suya değdiği anda, her bir parmak iyice kasılarak ayağın yüzey
alanının artmasını ve suyu kolayca itmesini sağlar. Böylelikle ayaklar, vücudun
ağırlığını rahatlıkla dengelerler. Kertenkelenin ayakları suyu ittiğinde, bir
hava baloncuğu oluşturarak fazladan destek sağlar ve diğer ayağın dönüşünü
tamamlayıp suya değmesi için zaman kazandırır. Ağırlık ikinci ayağa aktarılırken
kertenkele, baloncuk yok olmadan önce birinci ayağını sudan çeker. Hava
baloncuğu çok önemlidir, çünkü ayağı doğrudan suya değecek olsa, kertenkele
suya düşebilir. Ayrıca kertenkelenin hareketi insanla kıyaslandığında, insanın
bu hareketi gerçekleştirebilmesi için saniyede 30 m. koşması ve azami kas
esnemesinin 15 katı bir esneme yapması gerekir ki, bu olanaksızdır.
Scientific American, Eylül 1997, s.68
109
Birbirinden tamamen farklı olan hayvanlar arasında, savunma nedenleriyle
çeşitli ilişkiler kurulur. Örneğin antiloplar ve gergedanlar sırtlarına tutunan
ve bağırıp çığlık atarak onları tehlikeye karşı uyaran küçük kuşlarla birlikte
yaşarlar. Kuşların bu ortaklıktan çıkarı ise, bu memelilerin derilerinde
kümelenen böcek larvalarını yemeleridir.
Görsel Okul Ans., Cilt 4, s.349
O, Hayy (diri) olandır. O'ndan başka ilah yoktur; öyleyse dini yalnızca
kendisine halis kılanlar olarak O'na dua edin. Alemlerin Rabbine hamdolsun.
(Mü'min Suresi, 65)
110
Kuşlarda yumurtalarının biçimi kuluçka sırasında ısı kaybını en aza
indirmeye yarar. Örneğin güvercinler iki oval yumurta yumurtlarlar; bu sayede
yumurtalar birbirlerine yaslanabilirler. Eğer yumurtalar küre biçiminde
olsalardı bu mümkün olmazdı. Kutuplarda yaşayan bazı penguen benzeri kuşlar,
armut biçimli yumurta yumurtlarlar, böylece yumurtalar yere iyice oturur ve
uçurumdan aşağı yuvarlanmazlar. Timsah bekçisi diye bilinen bazı Afrika yağmur
kuşları ise bir ucu sivri, bir ucu yuvarlak 4 yumurta yumurtlarlar; bu sayede
yumurtalar üst üste binebilir.
Science et Vie, Temmuz 1998
111
Mürekkep balıklarının mükemmel refleksleri vardır ve saatte 11 km. hızla
ilerleyebilirler. Salyangozlarla mürekkep balıklarını karşılaştıran bilim
adamları, mürekkep balıklarında sodyum kanallarının bulunduğunu görmüşlerdir.
Bunlar sinir hücrelerindeki zarları büken proteinden oluşan gözeneklerdir.
Mürekkep balığının hücreleri uyarıldığında sodyum kanalları açılır ve beyin ve
kas lifleri boyunca sinirlere işaret gönderir. Bu son derece hızlı bir şekilde
gerçekleşir. Pleurobranchoca denilen deniz salyangozunun kanalları 3
milisaniyede açılır ve bunu saniyede 30 kere tekrarlayabilir. Mürekkep
balığının kanalları ise 7 kat hızlı açılır ve bu işlemi saniyede 200 kere
tekrarlayabilir.
Bilim ve Teknik, Sayı 356, s.10
112
Dağ sıçanları sonbaharda kış uykusuna yatarlar. Bunun için yuvalarındaki
odacıklardan birine çekilerek, yuvanın ağzını toprakla kaparlar. Sonra
bedenlerini yuvarlayarak bir top halini alır ve derin bir uykuya dalarlar. Dağ
sıçanlarının solunumu hemen hemen 'durdu' denecek derecede yavaşlar. Sıçanlar
normal zamanlarda dakikada 262 defa soluk alırken, kış uykusuna yattıklarında
bu sayı 14'e düşer. Bu arada vücut ısıları da yavaş yavaş 140C ile 40C'ye iner.
Oysa hayvanın normal vücut ısısı 370-400C arasındadır.
Hayvanlar Ans., C.B.P.C Publishing, Memeliler, s.241
113
Ördek köstebeği olarak adlandırılan Ornitorenkler'in ilginç
özelliklerinden biri dişilerinin 7.5-10.5 m. uzunluğunda, dönemeçli yuvalar
kazmalarıdır. Hayvan tünelin ucuna bir yuva odacığı kazar ve bu bölmeyi öncelikle
ıslak ot ve yapraklarla astarlar. Dişi, ot ve yaprak yığınlarını kuyruğu ile
taşır. Islak otlar yumuşak kabuklu yumurtaların kurumasını engellemeye
yarayacaktır. Çiftleştikten iki hafta sonra, dişi Ornitorenk yumurtlamak için
yuvaya çekilirken, tünele yer yer toprak engeller yapar. Kalınlığı 20 cm. kadar
olan bu engelleri kuyruğuyla bastırarak sağlamlaştırır. 7 ila 10 gün süren
kuluçka döneminde yuvasından ender çıkar; her çıkışında toprak engelleri
yeniden yapar. Bu engeller Ornitorenkler için bir savunma aracıdır.
Hayvanlar Ans., C.B.P.C Publishing, Memeliler, s.173-174
114
Su samuru nesli tükenmekte iken son anda kurtarılan hayvanlardan bir
tanesidir. Yumuşak, kalın ve kadifemsi kürkü için avlanmaktadır. Su
samurlarının kürkü o kadar etkili bir koruyucudur ki, samurlar günlerce
derileri ıslanmadan yüzebilirler. Kalın kürk, su samurunu aynı zamanda soğuğa
karşı da korumaktadır. Su samurlarının birçok deniz hayvanının tersine,
derilerinin altında izole edilmiş bir yağ tabakası yoktur. Soğuktan onları
koruyan tek şey kalın kürkleridir.
Gardner Soul, Strange Things Animals Do, s.108-109
115
Tropik ve ılık iklimlerde yaşayan kağıt arıları yuva yaparken ilginç bir
yöntem kullanırlar. Kraliçe arı baharda uykudan kalkarak yuva yapmak için uygun
bir yer arar. Yuvası açık olacağı için bunun şiddetli rüzgar alan ve güneşi
fazla gören bir yerde yapılmaması gereklidir. Bu yüzden kağıt arısı yuvasını
daha çok evlerin saçaklarına, çatılarına ya da ağaçların dallarına yapar.
Kraliçe yuvayı bir tür kağıttan yapar. Çenesiyle bir ağacı kazıyarak odun
çıkarır. Bunu çiğneyerek salyasıyla karıştırır ve böylece kendi kağıdını
oluşturur. Önce bir damın ya da dalın altına yassı bir temel yapar. Bundan
çıkan kısa bir sopa yuvanın ana bölümleri yani küre biçimi kovanı oluşturan
üreme hücrelerine takılır.
Hayvanlar Ans., C.B.P.C Publishing, Böcekler, s.144
116
Sadece 3 mm. uzunluğunda olan Pulex irritans'lar (insan pireleri) 19.7
cm.'ye ulaşan yatay atlayışlar yapabillirler. Yani pireler kendi uzunluklarının
100 katından daha uzun mesafelere atlayabilmektedirler. İşte pireler bu eşsiz
sıçrama güçlerini, "rezilin" denilen lastiksi bir proteinden elde
ederler. Rezilin gövdeyi sarıp destekleyen ve kasların hareket için dayanak
yaptığı yapıları oluşturan dış iskelette öbekler halinde yer alır. Pire
sıçramak istediğinde arka bacaklarındaki kaslarını gerer. Bu da, kasların bağlı
olduğu üst derideki bir rezilin öbeğini sıkıştırır. Daha sonra bu enerji, bir
anda tümüyle boşalarak arka bacaklara büyük bir yaylanma gücü sağlar ve pireyi
havaya fırlatır.
Görsel Bilim ve Teknik Ans, Cilt 4, s.1118
117
Bukalemunu ilginç kılan tek özellik, kendi rengi üzerindeki şaşırtıcı
hakimiyeti değildir. Bukalemun, onu yırtıcı bir hayvan kılan pek çok yeteneğe
de sahiptir. Hareketli gözleriyle avını çok iyi gözleyebilir. Tek başına
diğerinden bağımsız hareket edebilen gözleri konik bir kas yapısının içindedir
ve böylece 1800'lik bir açıyla öne, arkaya ya da tam aşağıya bakacak şekilde
dönebilir. Bukalemun böylece çevredeki böceklerden bir gözünü ayırmazken,
diğeriyle de sürekli olarak gelebilecek tehlikeleri kollayarak kendini korur.
Görsel Bilim ve Teknik Ans., Cilt 9, s.3036
118
Tardigrad böceği, büyüklüğü bir toplu iğne başından fazla olmayan,
doğadaki "en dayanıklı" canlılardan biridir. Laboratuvar deneylerinde
–2720C'de helyum içine atılmış; eksi 1920C'de 20 ay süreyle bırakılmış ve
920C'de eter, alkol ve diğer zararlı kimyasal maddeler içine atılarak
haftalarca kaynatılmış olan Tardigrad, normal ısıya döndürülüp, su verildiğinde
tekrar yaşamaya başlamıştır. Bu minik canlının beyni, iki gözü ve sindirim
sistemi vardır. Ancak kalp ve akciğerleri yoktur. Kuru ortamlarda büzülerek
dokularındaki suyun buharlaşmasını sağlar. Bu sırada Tardigrad'ın oksijen
tüketimi hemen hemen durur. Kurumuş Tardigradlar rüzgarla başka yerlere taşınır
ve gittikleri yeni bölgelerde elverişli ortam bulunca (ıslak yosunlar ya da
nemli yerler gibi) tekrar yaşama dönebilirler.
Görsel Bilim ve Teknik Ans., Cilt 1, s.24
119
"Balık yiyen" diye de tanınan Buldog yarasası, sivri
tırnaklarını bir balık zıpkını gibi kullanır. Yarasa, av sırasında ayaklarını
suya sokar. Suyu ayaklarıyla 90 cm. kadar tarar ve tırnaklarını zıpkın gibi
kullanarak rastladığı balıklara saplar. Yakaladığı balığı çarçabuk ağzına
götürür. Avını da uçarken yer ya da tüneğine dönene kadar yanaklarında bulunan
keseciklerin içinde saklar.
Hayvanlar Ans., C.B.P.C Publishing, Memeliler, s.36
120
Bolas örümceği ipek gibi bir kemer örer ve bunun sonuna ağır zamk
harcından bir ağırlık koyar. Kendi ürettiği bu silahı, bir kovboyun kementini
andırmaktadır. Örümcek bu kementi daha sonra öndeki iki çift ayağına alır.
Örümceğin ayakları kol görevi görürler. Çevresinde bir güve uçtuğunda örümcek
kementini fırlatır. Yapışkanlı ağır kısmı havada uçurarak tam böceğin vücudunun
üzerine çarptırır ve yapışkan madde böceğin üstüne yapışır. Ardından böceği
içeri çeker ve Bolas örümceği avını daha sonra yemek üzere sarar.
Gardner Soul, Strange Things Animals Do, s.88-89
121
Tropik bölgelerde yaşayan lejyoner karıncalar "göçebe"
canlılardır. Sürekli hareket halindedirler. Önlerine gelen her türlü canlıyı
yok ederek ilerleyen bu canlıların en önemli özellikleri kolonideki elemanların
çoğunun kör olmalarıdır. Harekete geçen lejyoner karıncaların temel kolu küçük
işçi karıncalardan oluşur. Bundan başka daha büyük ve iri çeneli işçi
karıncalar da ana kolun iki yanından ilerlerler. Koloniden daha ilerilere
giderek sürekli keşif yaparlar. Ana kolun geçeceği yolu belirtmek için kokuyla
izler bırakırlar. Bu, bir körün başka bir köre yol göstermesi gibi bir
durumdur.
Hayvanlar Ans., C.B.P.C Publishing, Böcekler, s.14
122
Kedi güveleri, Notondontid (sırtı dişliler) diye adlandırılan
familyadandırlar. Tırtılları, Temmuz ve Ağustos ayları boyunca beslenirler.
Sonra, beslendikleri ağacın gövde ya da dallarının, kabuklarında bir yarık
seçerler. Kedi güvesi tırtılı ipekten kozasını örerken bunun tabanına ağaç
kabuğu parçaları ve çiğnenmiş odun katar. Böylece kozayı çevresinden ayırt
etmek zorlaşır. Koza sağlam yapılıdır. Güvenin kozadan çıkmasına yardım eden
iki mekanizma vardır. Bunlardan biri mekanik, diğeriyse kimyasaldır. Güve,
kozanın içindeki pupa kabuğundan çıktığı zaman, küçük bir parçası başındaki
küçük çengellere takılıp kalır. Bu parçada çok sivri uçlu iki diken vardır. Güve
bunlarla kozada delik açar ve delikten geçtikten sonra bu kesici aleti
ayaklarıyla iterek başından atar. Kesme işini güvenin ağzından salgıladığı
yoğun olmayan "sodyum hidroksit" kolaylaştırır. Bu sıvı, ipekten
oluşan katı duvarı yumuşatıcı özelliğe sahiptir.
Hayvanlar Ans., C.B.P.C Publishing, Böcekler, s.150
123
Bitkiler ve böcekler bazen birbirlerine özel hizmetler verirler. Örneğin
Allomerus türü karıncalar, Amazon havzasının bitkilerinden olan Cordia
nodosa'yı diğer böceklerden korurlar. Buna karşılık olarak da bu bitkiler,
karıncaları saplarındaki, küçük çukurlarda barındırırlar. Karıncalar aynı
zamanda bitkinin çiçeklerini de yerler.
Science et Vie, Ağustos 1998
124
Deniz yılanları, denizde yaşayan ama hava soluyan omurgalılardır.
Microcephalophis gracilis türünde olduğu gibi, diğer birçok türde de gövde, baş
ve boyundan daha kalındır. Gövde, bu özelliği sayesinde, başın ava iyice
yaklaşmasını sağlamak için uzayan boynu rahatlıkla taşıyabilmektedir. Baş ve
boynun, gövde ve kuyruğun dörtte biri ağırlığında olması da yılanın avını daha
dengeli bir biçimde yakalamasını sağlar. Deniz yılanlarının burunlarının
tepesinde bulunan burun deliklerinde, yüzeye çıktıkları anda açılarak hayvanın
solumasını mümkün kılan kapaklar vardır.
Görsel Bilim ve Teknik Ans., Cilt 4, s.1197
125
Sopa çekirgeleri (Phasmadia) gece beslenen canlılardır, gündüzse
hareketsiz kalırlar ve çoğu zaman sanki "ölü taklidi" yapıyormuş gibi
dururlar. Bazı kanatlı cinslerse gündüz faaldirler. Renkleri parlaktır ama,
böcek bir yere konduğu zaman tamamiyle gözden kaybolur. Sopa çekirgesi rahatsız
edildiği zaman aniden kanatlarını açar. Kanatlardaki parlak rengin böyle
birdenbire görünmesi, av arayan düşmanını şaşırtır. Daha sonra çekirgenin
kanatları kapanır ve o pırıltılı renk de kaybolur. Böylece böceğin bulunduğu
asıl yer, etkili bir şekilde düşmanlardan gizlenmiş olur.
Hayvanlar Ans., C.B.P.C Publishing, Böcekler, s.177
126
Yarasalar son derece iyi birer avcıdırlar. Çok az böcek kendilerini
yarasalardan koruyabilecek bir sisteme sahiptir. Bu nadir canlılardan biri
Amerika'da yaşayan ve yarasaların sonar frekansına uygunluk gösteren bir tür
güvedir. Bu güveler, bir yarasanın yaklaştığını duyar duymaz, yarasaların
kendilerini takip etmekte zorlanacağı "spiral" bir dalışa geçerek
kendilerini yere atarlar. Bunun dışında bazıları da yaydıkları sinyalleri bloke
etmeyi başarırlar ya da yarasayı kendilerinin yenilmez olduğuna inandıracak
yüksek frekanslı sesler çıkarırlar.
David Attenborough, Life on Earth, s.238
127
Dağlık bölgelerde yaşayan Apollon kelebeği 6.000 m. yükseklikte bile
yaşayabilen bir türdür. Bu kelebeklerin vücutları kürke benzeyen siyah tüylerle
kaplıdır. Gövdenin koyu rengi böceğin güneşten ısı emmesine yardım eder. Siyah
benekli beyaz kanatlar diğer kelebeklerinkine oranla daha büyüktür. Böylece
güneşin ışınlarını almak için daha geniş bir yüzey sağlanmıştır. Ayrıca bu
kanatlar olağanüstü yükselme yönteminde de kelebeğe yardımcı olur. Kanatları
son derece incedir, bu yüzden hemen hemen saydam gibidir. Bu da güneş ışınlarının
kelebek tarafından kolay emilmesine yardımcı olur.
Hayvanlar Ans., C.B.P.C Publishing, Böcekler, s.13
128
Afrika'da yaşayan, Macroterme termitlerinde koloni savunması, kısır
dişilerin görevidir. Düşmanla savaş için tam donanımlı bir yapıya sahip olan
büyük askerler, saldırganların, genç larvaların ve kraliyet çiftinin bulunduğu
iç kovana girmelerini önlerler. Savunma için kalkana benzeyen kafaları ve
keskin kılıç gibi alt çeneleri vardır. Yine büyük asker termitlerde bulunan
kimyasal salgılar, termitin kuru ağırlığının %10'unu bulur ve gövdenin ön
tarafında büyük bir torbada saklanır. Bu türün elemanları, alt çeneleriyle
düşmanın vücudunda açtıkları yaraya, uzun zincirli karbon bileşiklerinden
(alkanlar ve alkenler) oluşan "yağlı parafin" gibi bir karışımla sıva
yaparlar. Bu işlem tamamlandığında sıvı kaybını durdurmak için gereken
pıhtılaşmanın başlaması ile böceklerde, yaranın iyileşmesi için gereken
"kütikül" gelişimi engellendiğinden gövde sıvısı boşalır ve düşman
ölür.
Görsel Bilim ve Teknik Ans., Cilt 1, s.289
129
Bazı canlılar beslenmek için alet kullanırlar. Örneğin Ardıç kuşları,
taşları çekiç gibi kullanarak salyangozların kabuklarını kırarlar. Su samurları
ise kabuklu deniz canlılarını yiyebilmek için, yanlarında kendi taş çekiçlerini
taşırlar. Mısır akbabaları hedef vurmak için kullandıkları taşlarla, deve kuşu
yumurtalarını kırarlar. Bazı şempanzelerse karınca avlamak için ince dal
kullanırlar.
John Sparks, The Discovery of
Animal Behavior, s.22
130
Her yıl Kaliforniya'da Aralık ve Ocak aylarında gri balinalar Kuzey Buz
Denizi'nden Kuzey Amerika'nın güney sahillerinden geçerek Kaliforniya'ya doğru
yüzerler. Doğurmak için ılık sulara doğru hareket eder. Bu yolculukları
sırasında en ilginç olan ise, hamile olan anne balinanın hiçbir şey yememesi ve
buna ihtiyacının da olmamasıdır. Uzun yaz günleri boyunca, kuzeyin besin
yönünden zengin sularındaki yiyeceklerle kendini doyurur. Ve böylece uzun süren
göç dönemi için gerekli olan enerjiden daha fazlasını içeren kalın bir yağ tabakasına
sahip olur. Anne balina, Batı Meksika'nın astropikal sularına ulaşır ulaşmaz
doğum yapar. Yavrular, annelerinin sütleriyle beslenir, yağ takviyesi yaparlar,
böylece kendi türlerinin Mart ayında başlattıkları kuzeye yapılan göç için güç
kazanmış olurlar.
The Ocean World of J. Cousteau, Pharaohs of the Sea, s.35
131
Suyun yüzeyinde hareket eden şişe burunlu yunusun nabzı dakikada 110 kez
atar, suyun altında olduğunda ise bu sayı dakikada 50'ye kadar düşer. Bu düşme,
birikmiş oksijenin gerekli organlara, özellikle kalp ve beyne gitmesi için kan
dolaşımının durdurulmasıyla ilgilidir. Bu sayede yunuslar nefes almak için daha
seyrek yüzeye çıkma ihtiyacı duyarlar ve suyun altında daha uzun bir süre
kalabilirler.
Hayvanlar Ans., C.B.P.C Publishing, Memeliler, s.28
132
Karınca aslanı (Myrmeleonridae); ince, uzun bir vücudu, ince kanatları
olan ve yusufçuğu andıran bir böcektir. Larvaları hayvanlar alemindeki en
ilginç tuzaklardan birini kurarak avlanır. Karınca aslanının larvası, öncelikle
kumda kazdığı bir çukurun dibine gömülür, sadece iyi kamufle edilmiş başını ve
çenesini dışarıda bırakır. Larva yakınından geçen bir karıncanın bir kum
taneciğini düşürmesini veya bir örümceğin çukura kaymasını ve böylece kapanı
çalıştırmasını bekler. Bu gerçekleşir gerçekleşmez çenesiyle kum alarak bunu
kafasının üzerine koyar. Başını öne ve yukarı sallayarak hiç şaşmayan bir
nişancılıkla kurbanını kum yağmuruna tutar. Çukurun, dik kenarları ve kumun
karınca aslanı tarafından kazılması yüzünden çökmeye hazır olması dolayısıyla
kurban aşağıya doğru yuvarlanır. Böylece kurban, larvanın çeneleriyle
yakalayabileceği bir yere kadar kayar.
Hayvanlar Ans., C.B.P.C Publishing, Böcekler, s.70
133
Yunusun akciğer kapasitesi, bir kara hayvanının akciğer kapasitesinin
yarım katıdır. Ayrıca hayvan akciğerlerini havayla iyice doldurabilir. Kara
hayvanları ve insanlar akciğer kapasitelerinin ancak yarısı kadarını
kullanırlar ve her nefeste akciğerlerindeki havanın sadece % 10-15'ini
tazelerler. Bir yunus ise soluduğu havanın % 90'lık bir bölümünü
değiştirebilir. Bu sayede deniz dibinde uzun süre kalabilir.
Hayvanlar Ans., C.B.P.C Publishing, Memeliler, s.28
134
Uzun kuyruklu Baştankara kuşu, yavruları için örümcek ağlarını kullanarak
bir yuva inşa eder. Bu kuşun etrafında yuvayı yapabileceği pek çok madde
varken, özellikle örümcek ağını seçmesinin nedeni; örümcek ağının elastiki bir
yapısının olmasıdır. Örümcek ağları ile yapılan elastiki yuvalar, Baştankara
kuşlarının 12 yavrusunu birden taşıyabilecek kadar, sağlam ve güvenlikli
yapılardır.
Giovanni G. Bellani, Quand L'oiseau Fait Son Nid, s.86
135
Sinekkuşları kanatlarını sekiz şeklinde hareket ettirirler ve bir saniyede
kanatlarını 60 defa sekiz şeklini yapacak şekilde çırparlar. Kanatlarının bu
hızlı hareketi onların havada rahatça dolaşmalarını sağlar. Sinekkuşları
çiçeklerden nektar içerken bir yandan da dolaşırlar. Uçarken hızlı bir şekilde
ters yöne doğru dönebilirler. Hatta arkaya doğru da uçabilirler. Bu diğer
kuşların yapamadığı bir şeydir. Diğer kuşlara göre farklı özellikleri olan
sinekkuşunun kalbi uçuş sırasında bir dakikada 1200 defa atabilir. (Ne kadar
hızlı koşarsa koşsun bir insanın kalbi bir dakikada en fazla 200 defa
atabilir.) Sinek kuşunun kalbinin hızlı bir şekilde atması, kanat kaslarına çok
fazla miktarda kan pompalar. Bu çok önemlidir çünkü kan, kuşun kanatlarının
hızlı bir şekilde çalışabilmesine yardımcı olacak oksijeni taşımaktadır.
Nat. Wildlife Fed., Ranger Rick, Ağustos 1998, s.15
136
Balina yavruları suyun altında bir seferde 1 dakikadan fazla kalamazlar.
Bu da beslenmelerinde problem yaratır. Yavrular genellikle sütü, annelerinden
emerler. Yavrunun boğulmaması için bu olay yüzeye yakın bir yerde ve aynı
zamanda balinalar yavaşça yüzerlerken gerçekleşir. Yavrunun suyun içinde
boğulmadan beslenebilmesi için anne balinanın ona yardım etmesi gerekir. Anne
bu yardımı sütü yavrunun ağzına fışkırtarak sağlar.
The Ocean World of J. Cousteau, Pharaohs of the Sea, s.39
137
Çıngıraklı yılanlar ısıya duyarlı özel gözleri ile zifiri karanlıkta bile
fare, sıçan gibi sıcakkanlı avları bulabilirler. Yılanın 15 cm. yakınında
bulunan küçük bir fare, çevresindeki havada yalnızca 0.0050C gibi son derece
az, hatta hissedilmeyecek bir sıcaklık değişimi yarattığı halde, yılan
tarafından kolayca fark edilir. Yılan, beynine gelen avıyla ilgili bilgiyi,
saniyenin 1/20'si kadar kısa bir sürede alıp, değerlendirip tepki gösterebilir.
(1 saniyenin, insan gözünün yavaşça açılıp kapanması kadar kısa bir zaman
olduğu düşünüldüğünde yılanın akıl almaz hızı daha net anlaşılabilir.) Avının
yerini hiç şaşmadan bulan çıngıraklı yılan, şaşırtıcı bir isabet yeteneğiyle
saldırır ve zehirli dişleriyle yavaş yavaş hayvanı öldürür.
Görsel Bilim ve Teknik Ans., Cilt 7, s.2352
138
Çitalar dünyanın en hızlı koşan kara hayvanları olarak bilinirler. Kısa
mesafeleri çok büyük bir hızla aşabilirler. Çitalar saniyeler süren bir zaman
içinde hızlarını 72 km.'ye kadar çıkarabilirler. Bazı çıtalar 600 m.'den daha
uzunca bir mesafeyi saatte 113 km. gibi inanılmaz bir hızla aşabilmektedirler.
Hayvanlar Ans., C.B.P.C Publishing, Memeliler, s.50
139
Balarıları dışarının ısısı ne olursa olsun kovanın ısısını sabit tutarlar,
özellikle kuluçka odalarının sıcaklığına çok dikkat ederler. Sabah
vakitlerinde, hava soğuk olduğunda, işçiler petek çevresinde kümelenirler ve
vücut sıcaklıkları ile yumurtaları ısıtırlar. Gün ilerledikçe ve hava ısınmaya
başladıkça arılar tarafından sıkıca örülen küme yavaş yavaş dağılır. Eğer
sıcaklık daha fazla artmaya devam ederse işçilerin bir bölümü kanatlarını
yelpaze gibi sallamaya başlarlar. Bu havalandırma işlemini kovanın girişine
doğru ve peteklerin üzerine doğru yönlendirerek kovan ısısını düşürmeye
çalışırlar. Çok sıcak bir günde arılar daha şiddetli bir soğutma yöntemi
kullanmak zorundadırlar. Sulandırılmış bal damlalarını boş hücrelerin
ağızlarına yerleştirirler. Kanatları ile oluşturdukları hava akımı bu
damlaların içerisindeki suyu buharlaştırır. Bu soğutma sistemiyle kovanın ısısı
kısa sürede eski haline döner.
Nat. Geo. Soc., The Marvels of Animal Behavior, s.49-64
140
İşçi arıların bütün hayatları boyunca yaptığı işlerin konusu,
vücutlarındaki bazı temel değişikliklerle belirlenmektedir. Örneğin, işçi
arıların ilk üç günleri kovan temizleyicisi olarak geçer. 3. günden sonraki bir
hafta boyunca kafalarında bir çift "dadı" bezi gelişir. İşçiler genç
larvalar için gerekli olan bir besin salgılamaya başlarlar ve aniden larvaların
bakımı işine yönelirler. 10. günden itibaren ise işçilerin karın bölgelerindeki
mum üreten bezler gelişir. Bununla birlikte işçi arılar beslenme görevlerini
bırakırlar ve petek yapımı ve onarımına başlarlar. Arılar artık birer
"inşaat işçisi"dirler. Doğumlarının 20. günündeyse işçi arılar yine
görev değiştirirler. Mum bezleri fonksiyonlarını yitirir ve iğne bezleri
gelişir, zehir üretmeye başlarlar. İşçi arıların yeni görevleri kovan girişinde
"gardiyanlık" yapmaktır. Arılar yaşamlarının son dönemindeyse
"çiçek özü toplayıcısı" olurlar.
Nat. Geo. Soc., The Marvels of Animal Behavior, s.49-64
141
Doğum anında dişi yunusların yanında başka iki dişi yunus daha bulunur. Bu
hayvanlar anne yunusun iki yanında yüzerler. Görevleri doğum anında savunmasız
kalan anne yunusu ve yavruyu korumaktır. Doğum sırasında akan kanın kokusuna
gelebilecek köpek balıklarına karşı anneyi ve yavruyu bu yardımcı yunuslar
korur.
Hayvanlar Ans., C.B.P.C Publishing, Memeliler, s.29
142
Avustralya'da yaşayan bir termit türünün yuvalarının yassı tarafları doğu
ve batıyı gösterecek şekilde inşa edilmiştir. Bunun sebebi ise; Güneş doğudan
doğduğunda termit yuvalarının doğuya bakan kısmının güneş ışınları ile
ısınmasını sağlamaktır. Güneş batacağı zaman da yuva diğer taraftan yine aynı
ışınları alacak ve ısınacaktır. Ama Güneş'in en sıcak olduğu öğlen vakti
ışınlar yuvaya tepeden gelecek ve küçük bir bölüme isabet edecektir. Termitler böylelikle
bütün gün yuvalarının ısısını ayarlamış olurlar.
Nat. Wildlife Fed., Ranger Rick, Ocak 1993
143
Amerikan Sarıasmagiller cinsinden bir tür kuş, yuvasını yaban arısı
topluluklarının yanına kurar. Çünkü bu arılar, yılanları, maymunları, siyah
papağanları ve özellikle bir tür sineği, kendi yuvalarının yanına
yaklaştırmazlar. Sarıasmagil kuşu da yuvasını bu yaban arılarının yuvasının
yanına yaptığında, kendi yavruları bu tehlikeli hayvanlara karşı doğal olarak
korunmuş olur. Ancak bu hayvanlar arasında Sarıasmagil kuşu açısından önemli
olanı sineklerdir. Çünkü bu sineğin larvaları, kuş yavrularının deri altlarına
girerek onların ölümüne sebep olurlar. Bu nedenle yuvaların, yaban arılarının
bulundukları yerlere kurulması kuşlar açısından oldukça önemlidir.
Giovanni G. Bellani, Quand L'oiseau Fait Son Nid, s.86
144
Yanağı keseli sincap, hemen yemeyeceği besinini yanaklarındaki keselerde
taşır ve bunları kışın kullanmak için depo eder. Yanak keseleri aslında gevşek
deri kıvrımlarıdır. Bunların iç kısmı çıplaktır ama nemli değildir. Keseler
ağzın yanlarına açılır. Sincap keselerini doldurmak için bir cevizi
pençelerinin arasına alır ve bunun iki ucundaki sivri kısımları düzgünce ısırıp
koparır. Sonra cevizi keselerden birinin içine koyar. Ondan sonraki cevizi
diğer keseye yerleştirir. Keseler böyle sırayla doldurulur. Bu şekilde sincabın
yüzü oldukça ilginç bir hal alır ama yine de simetriktir. Hayvan her keseye
dört ceviz koyabilir.
Hayvanlar Ans., C.B.P.C Publishing, Memeliler, s.54
145
Böceklerin vücutlarını kaplayan örtü, hareketi sağlayan eklemler dışında
serttir ve esnek de değildir. Böcekler "kitin" denilen bir maddeden
oluşan ve esnek olmayan bu kabuk yüzünden, ancak zaman zaman bu dış
iskeletlerini atarak büyürler. Kabuğun altındaki yeni iskelet başlangıçta
yumuşaktır. Bu özel bir durumdur. Bu sayede böcek kabuk katılaşmadan önce
büyümek için kısa bir süre kazanmış olur. Böcekler tekrar büyümek için ikinci
kabuk değiştirme işlemini beklemek zorundadırlar.
Hayvanlar Ans., C.B.P.C Publishing, Böcekler, s.6
146
Uçurum kırlangıçları yuvalarını uçurum kenarlarına, bina veya avlu
duvarlarına çimento ile yapıştırarak yaparlar. Bu çimentoyu elde ediş
yöntemleri ise oldukça pratiktir. Öncelikle gagalarıyla çamur veya kil
parçaları toplarlar ve bu inşaat malzemelerini yuvalarına taşırlar. Çamuru
yapışkanımsı ağız salgılarıyla karıştırıp, uçurumun yüzeyine sürerler ve
üstünde yuvarlak bir açıklık bırakarak düzgün bir çömlek şeklinde biçim
verirler. Çömleğin içini yavrularının rahat etmesi için çim ve tüyle doldururlar.
Uçurum kırlangıçları yuvalarını çoğunlukla sarkan bir kaya çıkıntısının altına
inşa ederler. Bunun nedeni yağmur yağdığında çamurun yumuşayarak yuvayı yıkıp
götürme tehlikesinin bulunmasıdır.
Russell Freedman, How Animals Def. Their Young, s.13-14
147
Nadir bulunan Malayan mantis böceği, bir böcek yiyicidir. Pembe orkideleri
taklit eder ve nektar arayan böceklerle beslenir. Düşmanları olan kuşlar ve
kertenkeleler onu bir çiçek olarak algılarlar. Bacaklarının kalkık kenarları
adeta çiçeğin taç yaprakları gibidir. Böceğin göğüs kısmının yeşil kenarlarıysa
çiçeğin sapı gibidir. Ayak kısımlarındaki kahverengi izler ve karın kısmıysa,
çiçeğin solmuş kısımları gibi gözükmektedir. Bazı durumlarda böcek, çiçeğin
rüzgarda sallanmasına benzer bir şekilde rüzgar esiyormuş gibi
sallanabilmektedir.
Nat. Geo. Soc., The Marvels of Animal Behavior, s.38
148
Avustralya ve Yeni Gine'de yaşayan çardak kuşları ise yuvalarını
süslemeleriyle tanınırlar. Bu kuşların bir türü olan Saten çardak kuşu ise gerçek
bir "mimari ustası"dır. Bir güvercin boyutlarındaki erkek çardak kuşu
yuvasını oluşturmak için topladığı yüzlerce ince dalı karşılıklı iki sıra
olacak şekilde diker. Böylece bir çardak oluşturur. Çardağın önünde çevreden
topladığı eşyaları yığar. Bunlar bir kelebek kanadı, kuş tüyü, araba anahtarı
veya bir paket olabilir. Özellikle mavi renkteki cisimlere karşı özel bir
ilgisi vardır. Çardak kuşunun dekorasyonu bunlarla da bitmez. Çardak kuşu
yuvasının duvarlarını boyar. Üstelik boyasını da kendisi elde eder. Nasıl mı?
Bitki özleri ile veya salgısıyla karıştırdığı kömürle boyar. Ağzında çiğnediği
bir parça ağaç akabuğu ile de dalların oluşturduğu duvarına sıva yapar.
Nat. Geo. Soc., The Marvels of Animal Behavior, s.297
149
Kutup ayısı geniş, düz ve tüylü pençeleri ve kaygan olmayan ayak tabanları
ile buz üzerinde çok süratli koşabilir. Kutbun zorlu ikliminde kalın ve yağlı
bir kürke sahip olan kutup ayılarının çok önemli bir koruyucuları vardır.
Gözlerinde zarımsı gözkapağı filtresi ile doğuştan bir nevi "güneş
gözlüğü"ne sahiptirler ve gözlerindeki bu yapı onları kar körlüğüne karşı
korurlar.
Gardner Soul, Strange Things Animals Do, s.4
150
"Sırt üstü yüzen" olarak adlandırılan bir böcek cinsi, tehlike
karşısında hemen suyun dibine iner. Böcek sudan çok hafif olduğu için dibe
dalması için büyük bir fiziki çaba göstermesi gerekir. Kendisini bıraktığı anda
elinde olmadan su yüzüne çıkar. Böceğin batmamasının sebebi kıllarla kaplı olan
karnına bastırarak sürekli olarak taşıdığı hava kabarcığıdır. Kürek çeken yarım
kanatlı tam anlamıyla bir su böceği olmasına rağmen solungaçları yoktur. Onun
için suda erimiş olan oksijenden yararlanamaz, dışarıdan hava sağlamak
zorundadır. Bunu zaman zaman yüzeye çıkarak, karnının ucunu sudan dışarıya
uzatmak suretiyle yapar. Karnın iki yanında kılların oluşturduğu birer kanal
vardır. Böcek suyun yüzeyinde bunları açarak havanın içine girmesini sağlar.
Sonra kanalları kapayarak havayı içeri hapseder. Bu hava kabarcıkları böceğin
karnının yanlarındaki nefes alma delikleriyle doğrudan doğruya temas
halindedir. Soluma deliklerini, havanın içeri girmesine meydan veren ama suyu
geçirmeyen kıllardan oluşmuş saçaklar da korur.
Hayvanlar Ans., C.B.P.C Publishing, Böcekler, s.20
151
Ceylan benzeri bir hayvan olan İmpala'lar koşarken birtakım sıçramalar
yaparlar. Bu da, kendilerine saldıranın bir tek hayvan üzerinde dikkatini
yoğunlaştırmasını önleyerek onları şaşırtır.
David Attenborough, Life on Earth, s.181
152
Duyarlı küstüm otunun yaprak sapının iki tarafından da çıkan küçük tüylü
yaprakları vardır. Küstüm otunun yaprakları herhangi bir etki ile birkaç saniye
içinde sapla birlikte gövdeye doğru yaslanırlar. Bu dönüşümü başlatan mekanizma
elektrik akımlarıyla harekete geçer. Bu akım aynı insan vücudundaki sinirlerden
geçen akım gibidir. Bitkinin bu akımı taşıyan özel güç taşıyıcı hatları yoktur
ve bu nedenle bitkinin reaksiyonları insanda olduğu kadar hızlı değildir.
Bununla birlikte bitki özünü taşıyan kanallar aracılığıyla iletilen sinyal 30
cm.'lik mesafeyi bir-iki saniye içinde geçer. Isı ne kadar yüksek olursa,
reaksiyon o kadar hızlı olur. Küstüm otunun yapraklarının saplarıyla birleştiği
yerlerdeki hücreler sıvıyla dolduğu için oldukça şişkindir. Uyarı buraya
ulaştığı zaman, bu şişkinliğin alt yarısı aniden suyunu boşaltır ve aynı anda
diğer üst yarı, bu suyu kendi bünyesine alır. Ve yaprak aşağıya doğru düşer.
Böylece uyarı ilerlerken, yapraklar domino taşları gibi teker teker ardı ardına
kapanır. Bu şekilde bir savunma hareketinden sonra, bitkinin tekrar hücrelerini
doldurup, yapraklarını açabilmesi için 20 dakika gereklidir.
Malcolm Wilkins, Plant Watching, s.141-142
153
Gelincik çiçeğinin olduğu yerlerde bulunan Gelincik arısı tek olarak
yaşar. Dişi gelincik arısı dört ya da beş saniye içerisinde çene kıskaçlarıyla
çiçek yaprağından tırnak büyüklüğündeki bir parçayı keserek alır. Bu sırada
ortalıkta devriye gezen erkek tarafından keşfedilir ve döllenir. Sonra dişi bu
kopardığı çiçek yapraklarını yuvasına taşır. Bu çiçek yaprakları hiçbir şekilde
yiyecek vazifesi görmez, tam tersine bunlar kuluçka odasının dış kaplamasında
kullanılır. Gelincik çiçeği yaprakları, koruyucu-konserve edici özelliğe de
sahiptirler ve larvayı korurlar, ayrıca larvanın yiyeceklerinin de küflenmesini
engellerler. Kuluçka odasının tamamen kaplanabilmesi için 20 ila 40 arasında
çiçek yaprağı parçasına ihtiyaç vardır ki, gelincik arısı bunu genellikle aynı
çiçekten elde eder. Yuva girişinin ağzını balçık ile kapatan Gelincik arısı,
yuvanın üzerine de bulduğu her türlü malzemeyi sürükler. Bu şekilde yuva hiçbir
şekilde anlaşılamayacak ve yeri tespit edilemeyecek biçimde gizlenmiş olur.
Geo, Şubat 1997
154
En iyi uçabilen böcek türü olan sinekler çok hızlı uçarlar. Havada
hareketsiz kalabilir, çeşitli manevralar yapabilir, hatta geriye doğru bile
uçabilirler. Sinekler uçuş için yalnızca ön kanatlarını kullanırlar. Daha küçük
olan arka kanatlarını ise uçuş sırasında dengelerini sağlamak için kullanırlar.
David Attenborough, Life on Earth, s.53
155
Arktik tundralarda yaşayan Ptarmigan kuşu beyaz tüyleriyle kışın görünmez
gibidir. Sadece karın üstündeki kaya parçalarına benzeyen siyah gözleri ve
gagası görünür. Karlar erimeye başlayınca bu kuşların hemen renk değiştirmeleri
gerekir. Tüy değiştirerek renk değiştirmek biraz zaman alır ve bu sırada kuşlar
daha güvenlikli olması için eriyen kar parçalarının üzerinde biraraya
toplanırlar. Bu yüzden önce dişiler tüylerini dökerler. Erkek kuşlarsa
beklerler. Dişiler tüy dökme işlemleri biter bitmez, tundraların güvenlikli
bodur çalılıklarına doğru uçarlar ve yuvalarını yapmaya başlarlar. Bu erkekler
için bir vakit kaybı olmuştur. Beyaz tüyleriyle erkekler kolay bir hedef haline
gelmişlerdir. Tüy dökmek yaklaşık 3-4 hafta sürecek bir işlemdir. Bu da erkek
kuşlar için ölümcül olabilecek kadar uzun bir süredir. Bununla birlikte
erkekler, beyazdan kahverengiye birkaç dakika içinde dönmenin yolunu
bulmuşlardır. Bir çamur birikintisine bularak tüylerini beyazdan kahverengiye
dönüştürürler ve yeni ortama uyum sağlarlar.
David Attenborough, The Life of Birds, s.166
156
Yılan balığı ve Vatos gibi balıkların bazı türleri, düşmanlarından
korunmak veya avlarını etkisiz hale getirmek için vücutlarında ürettikleri
elektriği kullanırlar. Bu elektrik akımı 500-600 volta kadar çıkabilir.
Temel Britannica, Cilt 6, s.112
157
Gel-git olayının yaşandığı bölgelerde denizlerin alçalması halinde, birçok
yaratık suyun dışında kalır. Eğer bu şartlara dayanıklı bir yapıları yoksa
sıcağın ve güneşin etkisiyle yok olurlar. Kuzey Amerika'da ve Avrupa'nın
Atlantik kıyılarında sık görülen mavi midyeler ve bir tür deniz salyangozu
(periwinkle) da gel-git etkisinde kalan canlılardandır. Her iki yumuşakça da
sular çekildiğinde vücutlarında oluşacak olan su kaybını önlemek için
kendilerini kabuklarına kapatırlar. Ve sular tekrar yükselene kadar o şekilde
saatlerce kalabilirler.
Jacques Cousteau, Instinct and Intelligence, s.84
158
Hepsi birbirinden farklı kanat şekillerine sahip olan kuşlar farklı
uçuşlar yaparlar. Örneğin And dağlarında yaşayan tepeli akbabanın uzun ve geniş
kanatlarındaki tüylerin ucunda açılıp kapanabilen yarıklar bulunur. Akbaba bu
kanatlarıyla, ısınıp yükselen hava akımlarının üzerine çıkar ve saatlerce bir
kez bile kanat çırpmadan süzülür. Karakenarlı albatrosun çok uzun ve ince olan
kanatları, denizlerde esen güçlü ve düzenli rüzgarların üzerinde yüksek hızla
uçmaya uygun bir şekle sahiptir. Kızıl gergedan kuşunun aralarında yarıklar
olan kısa ve geniş kanatları, çabuk havalanmasına, kaçmasına, dalların arasına
ve yere doğru dalışlar yapabilmesine yarar.
David Attenborough, Life on Earth, s.131
159
Koala zehirli okaliptüs ağaçlarında yaşayan bir memelidir. O da diğer
memeliler gibi ağaçlarda bulunan selülozu kendisi sindiremez. Bu konuda kör
bağırsağında yaşayan ve selüloz sindirebilen mikroorganizmalara bağımlıdır.
Koalanın kör bağırsağı mikropların selülozu sindirdiği yerdir. Burada aynı
zamanda okaliptüs yapraklarındaki yağların zehirleyici özelliği de etkisiz hale
getirilir.
James and Carol Gould, Olağandışı Yaşamlar, s.130-136
160
Antartika bölgesinde yaşayan Wedel türü ayı balığı, hava sıcaklığının
–560C, su sıcaklığınınsa –260C'ye kadar düştüğü sert kış koşullarına bile
dayanabilir. Ayı balıkları, çok derinlere daldıklarında yoğun basınç ve ani
basınç değişimi yüzünden oluşan vurgundan etkilenmezler. Çünkü uzun süreli dalışlarında
su altına girmeden önce birkaç küçük dalış yaparlar. Kaburga kemiklerini ve
diyaframlarını açıp kapayarak ciğerlerindeki havayı dışarı atarlar ve
ciğerlerini de kapatırlar. Bir süre sonra ciğerlerinde hiç hava kalmadığı için
azot eriyerek kana karışmaz ve yaşamsal sorunlar da böylece önlenmiş olur. Ayı
balıklarının solunum borusu çoğu memelininkinin tersine yuvarlak değil,
düz-oval biçimlidir ve yüksek basınç altında hemen kapanabilmektedir. Aynı
şekilde kulaklardaki hava boşlukları da dış basınç belli bir noktaya
eriştiğinde şişip burayı tıkayan kan damarlarıyla örülmüştür.
Görsel Bilim ve Teknik Ans., Cilt 8, s.2660
EVRİM ALDATMACASI
Bugün yerli-yabancı pek çok basın ve yayın organında doğrudan ya da üstü
örtülü bir evrim propagandası yürütülmektedir. Bu bazen flaş bir haber şeklinde
olabildiği gibi, kimi zaman da tamamen ilgisiz bir konu içinde geçen birkaç
cümle şeklinde de olabilir. Önemli olan konuyu sürekli gündemde tutmak ve evrim
teorisini topluma, doğruluğu defalarca kanıtlanmış, tartışma götürmez bir
gerçekmiş gibi empoze edebilmektir.
Aslında bu kampanyanın gerçek hedefini anlamak hiç de zor değildir. Evrim
teorisinin arkasında bilimsel olmaktan ziyade ideolojik kaygıların bulunduğu,
teori Darwin tarafından daha ilk ortaya atıldığında kendini göstermiştir.
Darwin'in evrimci tezleri, materyalizme çok önemli bir destek sağlamıştır.
Diyalektik materyalizmin kurucusu olan Karl Marx, ünlü kitabı Das Kapital'i
Darwin'e ithaf etmiş ve ona yolladığı nüshaya da şöyle bir not düşmüştü:"Charles
Darwin'e, ateşli bir hayranından."
Daha sonraları da, evrim teorisinin hiçbir tutar yanının kalmadığı
bilimsel verilerle defalarca ortaya konmasına rağmen, birçok siyasi ve
ideolojik akım, evrim fikrini baş tacı etmiştir. Faşizm, vahşi kapitalizm,
komünizm gibi materyalist ve din aleyhtarı temellere dayalı ideolojilerin
teorisyenleri ve destekçileri, her ne pahasına olursa olsun evrim teorisini
ayakta tutma yarışına girmişler, felsefi söylemlerini mutlaka evrimci temellere
oturtmuşlardır.
Bu nedenle bu kitapçıkta, dine yönelik bir ideolojik kampanya
niteliğindeki evrim propagandasına ve evrim teorisine değinme gereği duyduk.
İlerleyen sayfalarda evrim teorisinin neden hiçbir bilimsel geçerliliği olmayan
ideolojik bir dogma olduğunu çok özet bir biçimde ele alacağız.
Evrim Teorisi'nin Gelişimi
Bugünkü savunulduğu şekliyle evrim düşüncesini ilk ortaya atan kişi,
amatör bir İngiliz doğa araştırmacısı olan Charles Darwin'dir. Darwin evrimci
tezlerini 1859'da yayınladığı, kısa adıyla "Türlerin Kökeni" (The
Origin of Species) isimli kitabında ortaya attı. Darwin bu kitabında,
canlıların evrimini "doğal seleksiyon" adını verdiği tezle
açıklamıştı.
Ona göre, yaşayan tüm canlılar ortak bir kökene sahipti ve doğal
seleksiyon yoluyla birbirlerinden türemişlerdi. Ortama en iyi şekilde uyum
sağlayanlar özelliklerini gelecek nesillere aktarıyor, böylece bu yararlı
değişimler zamanla birikerek bireyi atalarından tamamen farklı bir canlıya
dönüştürüyordu. İnsan ise, doğal seleksiyon mekanizmasının en gelişmiş ürünüydü.
Darwin, "türlerin kökeni"ni bulduğunu düşünüyordu: Bir türün kökeni
başka bir türdü.
Darwin Dönemindeki Bilimsel ve Teknolojik Düzey...
Darwin'in ileri sürdüğü fanteziler ilk bakışta pek çok kimseye makul ve
çekici geldi. Kitabı, özellikle belli siyasi ve ideolojik görüşlere sahip
çevrelerde büyük rağbet gördü. Teori oldukça popüler olmuştu. Çünkü o devirdeki
mevcut bilgi düzeyi Darwin'in hayali senaryolarının gerçek dışı olduğunu
göstermeye henüz yeterli değildi. Öyle ki Darwin'in, varsayımlarını öne sürdüğü
dönemde genetik, mikrobiyoloji, biyomatematik gibi bilim dallarının daha
hiçbiri ortada yoktu. O dönemde genetik kanunları ve kromozomların yapısı
biliniyor olsaydı, Darwin, Lamarck'tan devraldığı "edinilen fiziksel
özelliklerin sonraki nesillere aktarılması" iddiasına asla
kalkışmayacaktı.
Yine o dönemde bilim dünyası, hücrenin yapısı ve fonksiyonları hakkında
son derece yüzeysel bir anlayışa sahipti. Eğer Darwin elektron mikroskobu gibi
bir teknolojiye sahip olsaydı, hücredeki ve hücrenin organellerindeki akıl
almaz karmaşıklığa bizzat şahit olacaktı. İçiçe geçmiş böyle muhteşem bir
sistemin küçük küçük değişimlerle meydana gelemeyeceğini kendi gözleriyle
görecekti. Eğer biyomatematik gibi bir bilim dalından haberi olsaydı, değil
hücrenin, tek bir protein molekülünün bile rastlantı ve tesadüflerle
oluşamayacağını anlayacaktı.
Kısaca, sözünü ettiğimiz bu bilimler Darwin'in tezlerinden daha önce
keşfedilmiş olsaydı, Darwin, teorisinin tamamen bilim dışı olduğunu görecek ve
böyle anlamsız bir iddiaya kalkışmayacaktı. Zira türleri belirleyen bilgiler
genlerde mevcuttu ve Darwinizm'in temeli olan doğal seleksiyonun genlerde
değişiklikler meydana getirerek yeni türler türetmesi mümkün değildi.
Darwin'in kitabının yol açtığı yankılar sürerken Avusturyalı botanikçi
Mendel 1865 yılında kalıtım kanunlarını keşfetti. Mendel'in yüzyılın sonuna
kadar pek duyulmayan keşifleri 1900'lü yılların başında genetik biliminin
ortaya çıkmasıyla önem kazandı. Yine aynı yıllarda genler ve kromozomların
yapısı keşfedildi. 1950'li yıllarda genetik bilgiyi saklayan DNA molekülünün
keşfi ise teoriyi büyük bir krize soktu.
Bu tür bilimsel gelişmelerin yanısıra, yıllarca süren kazılarda, ilkel
türlerin kademe kademe gelişmişe doğru evrimleştiğini göstermesi gereken
ara-geçiş formları da bir türlü bulunamadı. Yalnızca bu açmaz bile evrim
denilen olayın hiçbir zaman gerçekleşmiş olamayacağını ortaya koydu.
Aslında bütün bu gelişmelerin, bilim dışı olduğu ortaya çıkan Darwin'in
teorisini tarihin tozlu raflarına kaldırması gerekirdi. Ancak belli çevreler
ısrarla teoriyi revizyona sokmaya, yenilemeye ve her ne şekilde olursa olsun
bilimsel platforma oturtmaya çalıştılar. Bütün bu çabalar, teorinin ardında
bilimsel kaygılardan ziyade ideolojik birtakım hedeflerin olduğunu göstermesi
açısından oldukça anlamlıydı.
Ara-Formlardan Eser Yok!
Evrim teorisi, bir türün bir başka türe dönüşmesinin milyonlarca yıllık
uzun bir zaman dilimi içerisinde yavaş ve aşamalı gerçekleştiğini söyler. Buna
göre, ilkel canlıdan karmaşık olana geçiş uzun bir zamanı kapsar ve kademe
kademe ilerler. Bu iddianın doğal mantıksal sonucu ise, bu geçiş dönemi
sırasında "ara geçiş formu" adı verilen ucube canlıların yaşamış
olmasını gerektirir.
Örneğin, balık özelliklerini hala taşımasına rağmen, bir yandan da bazı
sürüngen özellikleri kazanmış olan yarı balık-yarı sürüngenler yaşamış
olmalıdır geçmişte. Ya da sürüngen özelliklerini taşırken, bir yandan da bazı
kuş özellikleri kazanmış sürüngen-kuşlar ortaya çıkmış olmalıdır. Evrimciler,
tüm canlıların kademeli olarak birbirlerinden türediklerini iddia ettikleri
için de, bu ara geçiş formlarının türlerinin ve sayılarının milyonlarca olması
gerekir.
Eğer gerçekten bu tür canlılar yaşamışlarsa, bunların kalıntılarına da
fosil kayıtlarında rastlanması gerekir. Çünkü bu ara geçiş formlarının
sayısının bugün bildiğimiz hayvan türlerinden bile fazla olması ve dünyanın
dört bir yanının fosilleşmiş ara geçiş formu kalıntılarıyla dolu olması
lazımdır. Dahası, evrimciler 19. yüzyılın ortasından bu yana dünyanın dört bir
yanında hummalı fosil araştırmaları yaparak bu ara geçiş formlarını
aramaktadırlar. Oysa, 150 yıla yakın bir süredir, büyük bir hırsla aranan bu
ara geçiş formlarından eser yoktur.
Aslında Darwin de bu ara geçiş formlarının yokluğunun farkındaydı. Fakat
yine de aranan ara geçiş formları gelecekte bulunacaktı. Ancak bu ümitli
bekleyişine rağmen, teorisinin en büyük açmazının bu konu olduğunu görüyordu.
Bu yüzden, şöyle yazmıştı:
Eğer gerçekten türler öbür türlerden yavaş gelişmelerle türemişse, neden
sayısız ara geçiş formuna rastlamıyoruz? Neden bütün doğa bir karmaşa halinde
değil de, tam olarak tanımlanmış ve yerli yerinde? Sayısız ara geçiş formu
olmalı, fakat niçin yeryüzünün sayılamayacak kadar çok katmanında gömülü olarak
bulamıyoruz... Niçin her jeolojik yapı ve her tabaka böyle bağlantılarla dolu
değil? Jeoloji iyi derecelendirilmiş bir süreç ortaya çıkarmamaktadır ve belki
de bu benim teorime karşı ileri sürülecek en büyük itiraz olacaktır. (Charles
Darwin, The Origin of Species, London: Senate Press, 1995, s. 134.)
Darwin'den bu yana yoğun bir şekilde hep bu fosiller arandı, fakat
evrimciler için sonuç acı verici bir hayal kırıklığıydı. Bu dünyada hiçbir
yerde -ne bir kıtada, ne de bir okyanusun derinliklerinde- türler arasında
herhangi bir ara geçiş formuna rastlanamadı. Yapılan kazılarda ve
araştırmalarda elde edilen bütün bulgular, evrimcilerin beklediklerinin aksine,
canlıların yeryüzünde birdenbire, eksiksiz ve kusursuz bir biçimde ortaya
çıktıklarını gösterdi. Evrimciler, gerçek dışı teorilerini kanıtlamaya
çalışırlarken, kendi elleriyle Yaratılış gerçeğinin delillerini ortaya
çıkarmışlardı.
Ünlü İngiliz paleontolog (fosil bilimci) Derek W. Ager, bir evrimci
olmasına karşın bu gerçeği şöyle itiraf eder:
Sorunumuz şudur: Fosil kayıtlarını detaylı olarak incelediğimizde, türler
ya da sınıflar seviyesinde olsun, sürekli olarak aynı gerçekle karşılarız;
kademeli evrimle gelişen değil, aniden yeryüzünde ortaya çıkan gruplar görürüz.
(Derek A. Ager, "The Nature of the Fossil Record", Proceedings of the
British Geological Association, vol. 87, no. 2, 1976, s. 133)
Fosil kayıtlarındaki bu boşuklar, yeterince fosil bulunamadığı ve birgün
aranan fosillerin ele geçeceği gibi bir avuntuyla da açıklanamaz. Bir başka
evrimci paleontolog T. N. George, bunun nedenini şöyle açıklamaktadır:
Fosil kayıtlarının (evrimsel) zayıflığını ortadan kaldıracak bir açıklama
yapmak artık mümkün değildir. Çünkü elimizdeki fosil kayıtları son derece
zengindir ve yeni keşiflerle yeni türlerin bulunması imkansız gözükmektedir...
Her türlü keşfe rağmen fosil kayıtları hala (türler arası) boşluklardan
oluşmaya devam etmektedir. (T. N. George, "Fossils in Evolutionary
Perspective", Science Progress. vol. 48, Ocak 1960, s. 1, 3)
Yeryüzündeki Hayat Aniden Ortaya Çıkmıştır
Yeryüzü tabakaları ve fosil kayıtları incelendiğinde, yeryüzündeki canlı
hayatının birdenbire ortaya çıktığı görülür. Canlı yaratıkların fosillerine
rastlanılan en derin yeryüzü tabakası, 500 milyon yıl yaşında olduğu söylenen
"Kambriyen" tabakadır.
Kambriyen devrine ait tabakalarda bulunan canlılar ise, hiçbir ataları
olmaksızın birdenbire fosil kayıtlarında belirirler. Kambriyen kayalıklarında
bulunan fosiller, deniztarakları, salyangozlar, trilobitler, süngerler,
brachiopodlar, solucanlar, denizanaları, deniz kirpileri, deniz hıyarları,
yüzücü kabuklular, deniz zambakları ve diğer kompleks omurgasızlara aittir.
Kompleks yaratıklardan meydana gelen bu geniş canlı mozayiği şaşırtıcı bir
biçimde aniden ortaya çıkmıştır, ki bu yüzden jeolojik literatürde bu mucizevi
olay, "Kambriyen Patlaması" olarak anılır.
Bu tabakadaki canlıların çoğunda da, göz gibi son derece gelişmiş organlar
ya da solungaç sistemi, kan dolaşımı gibi yüksek organizasyona sahip
organizmalarda görülen sistemler bulunur. Fosil kayıtlarında bu canlıların
atalarının olduğuna dair herhangi bir işarete rastlanılmaz. Earth Sciences
Dergisi'nin editörü Richard Monestarsky, canlı yaratıkların birdenbire ortaya
çıkışlarını şöyle anlatır:
Bugün görmekte olduğumuz oldukça kompleks hayvan formları aniden ortaya
çıkmışlardır. Bu an, Kambriyen Devrin tam başına rastlar ki denizlerin ve
yeryüzünün ilk kompleks yaratıklarla dolması bu evrimsel patlamayla
başlamıştır. Günümüzde dünyanın her yanına yayılmış olan hayvan filumları
(takımları) erken Kambriyen Devir'de zaten vardırlar ve yine bugün olduğu gibi
birbirlerinden çok farklıdırlar. (Richard Monestarsky, "Mysteries of the
Orient", Discover, Nisan 1993, s. 40.)
Görüldüğü gibi fosil kayıtları, canlıların evrimin iddia ettiği gibi
ilkelden gelişmişe doğru bir süreç izlemediğini, bir anda ve en mükemmel halde
ortaya çıktıklarını göstermektedir. Kısaca canlılar evrimle oluşmamış,
yaratılmışlardır.
Canlılık Tesadüf Eseri Olamayacak
Bir Karmaşıklığa Sahiptir
Aslında evrim teorisi fosil kayıtlarına gelmeden çok daha önce çökmüş durumdadır.
Çünkü fosiller, çok hücreli kompleks canlıların geride bıraktıkları izlerdir.
Evrim ise bu çok hücreli kompleks canlıların kökenini açıklamak şöyle dursun,
ilk hücrenin hatta ilk proteinin nasıl var olduğu sorusu karşısında çaresizdir.
Evrim teorisi canlılığın, ilkel dünya koşullarında rastlantılar sonucu
meydana gelen bir hücreyle başladığını ileri sürer. Ancak 21. yüzyıla girerken
bile pek çok yönden esrarını koruyan canlı hücresinin varlığını doğa şartlarına
ve tesadüflere bağlamanın nasıl bir saçmalık olduğunu anlamak için hücrenin
yapısı hakkında biraz bilgi sahibi olmak bile yeterlidir.
İçerdiği organeller ve sistemlerle son derece kompleks bir yapı gösteren
hücrenin değil ilkel dünya şartlarında oluşması, günümüzün en ileri teknolojiye
sahip laboratuvarlarında bile yapay olarak sentezlenmesi mümkün olmamıştır.
Hücrenin yapıtaşı olan amino asitlerden ve bunların oluşturduğu proteinlerden
yola çıkarak değil hücre, onun mitokondri, ribozom, vs. gibi tek bir organeli
bile oluşturulamaz. Dolayısıyla evrimin tesadüfen oluştuğunu iddia ettiği ilk
hücre yalnızca bir hayalgücü ve fantezi ürünü olarak kalmıştır.
Proteinler Tesadüfe Meydan Okuyor
Hücreyi şimdilik bir kenara bırakalım. Çünkü hücreyi oluşturan binlerce
çeşit karmaşık protein moleküllerinden bir tanesinin bile doğal şartlarda
oluşması ihtimal dışıdır.
Proteinler, belli sayıda ve çeşitteki aminoasitlerin özel bir sırayla
dizilmelerinden oluşan dev moleküllerdir. Bu moleküller canlı hücrelerinin
yapıtaşlarını oluştururlar. En basitleri yaklaşık 50 amino asitten oluşan
proteinlerin binlerce amino asitten oluşan çeşitleri de vardır. Canlı
hücrelerinde bulunan ve herbirinin özel bir görevi olan proteinlerin
yapılarındaki tek bir aminoasitin bile eksilmesi veya yerinin değişmesi ya da
zincire fazladan bir aminoasit eklenmesi o proteini işe yaramaz bir molekül
yığını haline getirir. Daha aminoasitlerin "tesadüfen oluştukları"
iddiasına bile geçerli bir kanıt ya da açıklama getirmekten aciz olan moleküler
evrim teorisi, proteinlerin oluşumu noktasında tamamen açmaza girmektedir.
Proteinlerin fonksiyonel yapısının hiçbir şekilde tesadüfen meydana
gelemeyeceği, herkesin anlayabileceği basit olasılık hesaplarıyla bile
rahatlıkla görülebilir.
Örneğin, bileşiminde 288 amino asit bulunan ve 12 farklı amino asit
türünden oluşan ortalama büyüklükteki bir protein molekülünün içerdiği amino
asitler 10300 (10'un yanına 300 sıfır) farklı biçimde dizilebilir. Ancak bu
dizilimlerden yalnızca "1" tanesi bu söz konusu proteini oluşturur.
Geriye kalan tüm dizilimler hiçbir işe yaramayan, hatta kimi zaman canlılar
için zararlı bile olabilecek anlamsız amino asit zincirleridir.
Diğer bir deyimle yukarıda örnek verdiğimiz protein molekülünden yalnızca
bir tekinin tesadüfen meydana gelme ihtimali "10300'de 1" ihtimaldir.
Bu, 1'in yanına 300 adet sıfırın gelmesiyle oluşan "astronomik"
sayıda "1" ihtimal ise pratikte gerçekleşmesi imkansız bir
ihtimaldir. Dahası, 288 amino asitlik bir protein, canlıların yapısında bulunan
diğer 1000'lerce amino asitlik dev proteinlerle kıyaslandığında oldukça
mütevazi bir yapı sayılabilir. Aynı ihtimal hesaplarını bu dev moleküllere
uyguladığımızda ise bu "imkansız" kelimesinin bile yetersiz kaldığını
görürürüz.
Canlılığın gelişiminde bir basamak daha ilerlediğimizde, yalnız başına tek
bir proteinin de hiçbir şey ifade etmediğini görürüz. Şimdiye kadar bilinen en
küçük bakterilerden biri olan "Mycoplasma Hominis H 39"un bile 600
çeşit proteine sahip olduğu görülmüştür. Bu durumda, tek bir protein için
yaptığımız üstteki ihtimal hesaplarını 600 çeşit protein üzerinden yapmamız
gerekecektir. Sonuçta karşılaşacağımız rakamlar ise imkansız kavramının çok
ötesindedir.
İmkansızı Kabul Etmek
Bir tanesinin bile tesadüfen oluşması imkansız olan bu proteinlerden
ortalama bir milyon tanesinin tesadüfen uygun bir şekilde biraraya gelip
eksiksiz bir insan hücresini meydana getirmesi ise, milyarlarca kez daha
imkansızdır. Kaldı ki bir hücre hiçbir zaman için bir protein yığınından ibaret
değildir. Hücrenin içinde, proteinlerin yanısıra nükleik asitler, karbonhidratlar,
lipitler, vitaminler, elektrolitler gibi başka birçok kimyasal madde gerek yapı
gerekse işlev bakımından belli bir oran, uyum ve tasarım çerçevesinde yer
alırlar. Her biri de birçok farklı organelin içinde yapıtaşı veya yardımcı
molekül olarak görev yaparlar.
Görüldüğü gibi evrim, yegane "açıklaması" olan tesadüf
teorisiyle, değil hücre, hücredeki milyonlarca proteinden tek birinin oluşumunu
bile izah etmekten acizdir.
Amerikalı Kimya Profesörü Perry Reeves ise bu konuda şöyle der:
Bir insan, amino asitlerin rastlantısal olarak birleşiminden ne kadar
fazla muhtemel yapı oluşabileceğini düşündüğünde, hayatın gerçekten de bu
şekilde ortaya çıktığını düşünmenin akla aykırı geldiğini görür. Böyle bir işin
gerçekleşmesinde bir Büyük İnşa Edici'nin var olduğunu kabul etmek, akla çok
daha uygundur. (J. D. Thomas, Evolution and Faith. Abilene, TX, ACU Press,
1988. s. 81-82)
Türkiye'de, evrimci düşüncenin önde gelen savunucularından Prof. Dr. Ali
Demirsoy da, Kalıtım ve Evrim isimli kitabında, canlılık için en gerekli
enzimlerden birisi olan Sitokrom-C'nin tesadüfen oluşma olasılığını şöyle ifade
etmektedir:
... Sitokrom-C'nin belirli amino asit dizilimini sağlamak, bir maymunun
daktiloda hiç yanlış yapmadan insanlık tarihini yazma olasılığı kadar azdır
-maymunun rastgele tuşlara bastığını kabul ederek-. (Ali Demirsoy, Kalıtım ve
Evrim, Ankara: Meteksan Yayınları 1984, s. 61)
Peki bu saçma olasılığı kabul etmek akla aykırı değil midir? Evet öyledir,
ama evrimci bilim adamları yine de bu imkansızı kabul ederler. Ali Demirsoy, bu
kabulün nedenini şöyle açıklar:
Özünde bir Sitokrom-C'nin dizilişini oluşturmak için olasılık sıfır
denecek kadar azdır. Yani canlılık eğer belli bir dizilimi gerektiriyorsa, bu
tüm evrende bir defa oluşacak kadar az bir olasılığa sahiptir denilebilir. Ya
da oluşumunda bizim tanımlayamayacağımız doğaüstü güçler görev yapmıştır. Bu
sonuncusunu kabul etmek bilimsel amaca uygun değildir. O zaman birinci
varsayımı irdelemek gerekir. (Ali Demirsoy, Kalıtım ve Evrim, Ankara: Meteksan
Yayınları, 1984, s. 61)
Üstteki satırları şöyle de okuyabiliriz: "Bir proteinin tesadüfen
oluşma ihtimali sıfırdır. Ama tesadüfen oluşmadığını söylersek, yaratılmış
olduğunu kabul etmemiz, yani Allah'ın varlığını onaylamamız gerekir. Bu
amacımıza uygun değildir."
Görüldüğü gibi evrim teorisi ilk aşamasında bile çökmüş durumdadır, ama bu
teorinin yaratılışın tek alternatifi olduğunu bilen, yaratılışı kabul etmemeyi
ise kendilerine amaç edinmiş olan bazı bilim adamları, teoriye dogmatik bir
biçimde sarılmaktadırlar...
Hücrenin Kompleksliği
Buraya kadar incelediklerimizin gösterdiği gibi, aminoasitlerin dizilimi
ve proteinlerin oluşumu sorunu, evrim senaryosunu geçersiz kılmak için
yeterlidir. Ancak, sorun yalnızca aminoasit ve proteinlerle sınırlı kalmaz:
Bunlar sadece bir başlangıçtır. Bunların da ötesinde asıl olarak, hücre denen
mükemmel varlık evrimciler açısından dev bir çıkmaz oluşturur. Çünkü hücre
yalnızca amino asit yapılı proteinlerden oluşmuş bir yığın değildir. Yüzlerce
gelişmiş sistemi bulunan, insanoğlunun halen tüm sırlarını çözemediği
karmaşıklıkta bir canlı bütündür. Oysa az önce dediğimiz gibi, evrimciler,
değil bu sistemlerin, hücrenin yapıtaşlarının bile nasıl meydana geldiklerini
açıklayamamaktadırlar.
Ünlü İngiliz matematikçi ve astronom Sir Fred Hoyle, 12 Kasım 1981
tarihinde Nature dergisinde yayınlanan açıklamasında bu gerçeği şöyle itiraf
eder:
Yaşamın en küçük biriminin evrim yoluyla meydana gelme ihtimali, bir hurda
yığınını silip süpüren kasırganın, toparladığı parçalarla bir Boeing 747 uçağı
meydana getirmesi ihtimali kadardır.
Yaşamın Kitabı DNA
Hücrenin bütününü değil, sadece çekirdeğindeki bir parçası olan DNA'yı ele
aldığımızda bile, evrimin neden bir safsata olduğunu anlamak kolaydır.
DNA Darwin zamanında bilinmiyordu. Canlılığın kökenini rastlantılarla
açıklama gayretindeki evrim teorisi hücrenin yapısının en temelindeki bu
moleküllerin varlığına bile tutarlı bir izah getirememişken genetik bilimindeki
ilerlemeler ve nükleik asitlerin, yani DNA ve RNA keşfi, teori için yepyeni
çıkmazlar oluşturdu.
1955 yılında James Watson ve Francis Crick adlarındaki iki bilim adamının
DNA hakkında açıkladıkları çalışmalar, biyolojide yepyeni bir çığır açtı.
Birçok bilim adamı, genetik konusuna yöneldi. Yıllar süren araştırmalar
sonucunda bugün, DNA'nın yapısı büyük ölçüde aydınlandı.
Burada DNA'nın yapısı ve işlevi hakkında çok temel birkaç bilgi vermek
yerinde olur:
Vücuttaki 100 trilyon hücrenin herbirinin çekirdeğinde bulunan DNA adlı
molekül, insan vücudunun eksiksiz bir yapı planını içerir. Bir insana ait bütün
özelliklerin bilgisi, dış görünümden iç organlarının yapılarına kadar DNA'nın
içinde özel bir şifre sistemiyle kayıtlıdır. DNA'daki bilgi, bu molekülü
oluşturan dört özel molekülün diziliş sırası ile kodlanmıştır. Nükleotid (veya
baz) adı verilen bu moleküller, isimlerinin baş harfleri olan A, T, G, C ile
ifade edilirler. İnsanlar arasındaki tüm yapısal farklar, bu harflerin diziliş
sıralamaları arasındaki farktan doğar. Bir DNA molekülünde yaklaşık olarak 3.5
milyar nükleotid, yani 3.5 milyar harf bulunur.
Bir organa ya da bir proteine ait olan DNA üzerindeki bilgiler, gen adı
verilen özel bölümlerde yer alır. Örneğin göze ait bilgiler bir dizi özel
gende, kalbe ait bilgiler bir dizi başka gende bulunur. Hücredeki protein
üretimi de bu genlerdeki bilgiler kullanılarak yapılır. Proteinlerin yapısını
oluşturan amino asitler, DNA'da yer alan üç nükleotidin arka arkaya
sıralanmasıyla ifade edilmiştir.
Burada dikkat edilmesi gereken bir nokta vardır. Bir geni oluşturan
nükleotidlerde meydana gelecek bir sıralama hatası, o geni tamamen işe yaramaz
hale getirecektir. İnsan vücudunda 200 bin gen bulunduğu düşünülürse, bu
genleri oluşturan milyonlarca nükleotidin doğru sıralamada tesadüfen
oluşabilmelerinin imkansızlığı daha iyi anlaşılır. Evrimci bir biyolog olan
Salisbury bu imkansızlıkla ilgili olarak şunları söyler:
Orta büyüklükteki bir protein molekülü, yaklaşık 300 amino asit içerir.
Bunu kontrol eden DNA zincirinde ise, yaklaşık 1000 nükleotid bulunacaktır. Bir
DNA zincirinde dört çeşit nükleotid bulunduğu hatırlanırsa, 1000 nükleotidlik
bir dizi, 41000 farklı şekilde olabilecektir. Küçük bir logaritma hesabıyla
bulunan bu rakam ise, aklın kavrama sınırının çok ötesindedir. (Frank B.
Salisbury, Doubts about the Modern Synthetic Theory of Evolution, s. 336)
41000'de bir, "küçük bir logaritma hesabı" sonucunda, 10620'de
bir anlamına gelir. Bu sayı 1'in yanına 620 sıfır eklenmesiyle elde edilir.
1'in yanında 12 tane sıfır 1 trilyonu ifade ederken, 620 tane sıfırlı bir rakam
gerçekten de kavranması mümkün olmayan bir sayıdır.
Prof. Dr. Ali Demirsoy da bu konuda şu itirafı yapmak zorunda kalır:
Esasında bir proteinin ve çekirdek asidinin (DNA-RNA) oluşma şansı
tahminlerin çok ötesinde bir olasılıktır. Hatta belirli bir protein zincirinin
ortaya çıkma şansı astronomik denecek kadar azdır. (Ali Demirsoy, Kalıtım ve
Evrim, Ankara: Meteksan Yayınları 1984, s. 39)
Evrim Temelinden Çökmüş Bir Teoridir
Buraya kadar açıkça görüldüğü gibi, evrim teorisi daha temelinden çökmüş
bir teoridir. Çünkü evrimciler henüz canlılık için gerekli olan tek bir
proteinin bile kökenini ya da canlı bir hücrenin ilkel atmosfer şartlarında
nasıl bozulmadan korunduğunu açıklayamamaktadırlar. Olasılık hesapları, fizik
ve kimya formülleri herhangi bir protein molekülünün tesadüfen oluşmasına
hiçbir ihtimal tanımamaktadır.
Ancak şurası oldukça ilginçtir ki, daha bir canlı hücresi için gereken
milyonlarca proteinden birinin oluşumunu dahi izah edemezken evrimciler
ısrarla, sudan karaya geçiş, karadan havaya geçiş, maymundan insana geçiş gibi
pek çok uydurma senaryolar üretebilmişlerdir. Asıl cevap bulmaları gereken,
"canlılığın ortaya çıkışı" sorusunu örtbas ederek, bu tür temelsiz
uydurmalarla dev bir enkaz oluşturmuşlardır. Bu enkazın üzerine temeli olmayan
bir bina yükseltmek istemişler, fakat onca çabalamalarına rağmen bu binanın
enkazı altında kalmaktan kurtulamamışlardır.
Daha ortada tesadüfen meydana gelebilecek tek bir protein bile yokken, bu
proteinlerin milyonlarcasının tesadüflerle belli bir plan ve düzen içinde
birleşerek canlı hücresini oluşturmaları, bu hücrelerin yine tesadüflerle
trilyonlarcasının oluşup biraraya gelerek hareket eden canlıları, bu canlıların
balıkları, balıkların sudan karaya çıkarak sürüngenleri, sürüngenlerin de
kanatlanarak kuşları oluşturması ve bu şekilde yeryüzündeki milyonlarca farklı
türün meydana gelmesi sizce makul ve mantıklı bir iddia mıdır?
Sizce olmasa bile, evrimciler böyle bir masala gerçekten inanmaktadırlar.
Bu durum ancak inanç olarak kabul edilebilir. Çünkü ortada bu hikayelerini
doğrulayacak tek bir kanıtları dahi yoktur.
Bugünün en ileri teknolojiye sahip laboratuvarlarında, en seçkin bilim
adamlarıyla, en pahalı cihazlar sayesinde bile cansız maddelerden canlı bir
hücre oluşturabilmek mümkün olamamaktadır. Değil hücre, hücredeki proteinleri
bile laboratuvardaki kontrollü bir deney ortamında, canlı hücresindeki gibi bir
verim ve başarıyla elde edebilmek olanaksızdır. Bu yapıların tesadüfen
oluştuğunu öne sürmek ise elbette ki akıl dışı bir iddiadır. Canlılığın yaratılmış
olduğu gerçeği, çok açıktır.
Cardiff Üniversitesi'nden, Uygulamalı Matematik ve Astronomi Profesörü
Chandra Wickramasinghe hayatın tesadüflerle doğduğuna on yıllar boyunca
inandırılmış bir bilim adamı olarak karşılaştığı bu gerçeği şöyle anlatır:
Bir bilim adamı olarak aldığım eğitim boyunca, bilimin herhangi bir
bilinçli yaratılış kavramı ile uyuşamayacağına dair çok güçlü bir beyin
yıkamaya tabi tutuldum. Bu kavrama karşı şiddetle tavır alınması gerekiyordu...
Ama şu anda, Tanrı'ya inanmayı gerektiren açıklama karşısında, öne
sürülebilecek hiçbir akılcı argüman bulamıyorum... Biz hep açık bir zihinle
düşünmeye alıştık ve şimdi yaşama getirilebilecek tek mantıklı cevabın
yaratılış olduğu sonucuna varıyoruz, tesadüfi karmaşalar değil. (Chandra
Wickramasinghe, Interview in London Daily Express, 14 Ağustos 1981.)
Darwin Formülü
Gerçekler böyleyken, isterseniz evrimcilerin nasıl saçma bir inanışa sahip
olduklarını bir de çocukların bile anlayabileceği kadar basit bir örnekle
özetleyelim.
Evrim teorisi canlılığın tesadüfen oluştuğunu iddia etmektedir.
Dolayısıyla bu iddiaya göre cansız ve şuursuz atomlar biraraya gelerek önce
hücreyi oluşturmuşlardır ve sonrasında bu atomlar bir şekilde diğer canlıları
ve insanı oluşturmuşlardır. Oysa düşünelim; canlılığın yapıtaşı olan karbon,
fosfor, azot, potasyum gibi elementleri biraraya getirdiğimizde bir yığın
oluşur. Bu atom yığını, hangi işlemden geçirilirse geçirilsin, tek bir canlı
oluşturamaz. İsterseniz bu konuda bir "deney" tasarlayalım ve
evrimcilerin aslında savundukları, ama yüksek sesle dile getiremedikleri
iddiayı onlar adına "Darwin Formülü" adıyla inceleyelim:
Evrimciler, büyük varillerin içine canlılığın yapısında bulunan fosfor,
azot, karbon, oksijen, demir, magnezyum gibi elementlerden bol miktarda koysunlar.
Hatta normal şartlarda bulunmayan ancak bu karışımın içinde bulunmasını gerekli
gördükleri malzemeyi de bu varillere eklesinler. Karışımların içine,
istedikleri kadar-doğal şartlarda oluşumu mümkün olmayan-aminoasit, istedikleri
kadar da-bir tekinin bile rastlantısal oluşma ihtimali 10-950 olan-protein
doldursunlar. Bu karışımlara istedikleri oranda ısı ve nem versinler. Bunları
istedikleri gelişmiş cihazlarla karıştırsınlar. Varillerin başına da dünyanın
önde gelen bilim adamlarını koysunlar. Bu uzmanlar nöbetleşe milyarlarca, hatta
trilyonlarca sene varillerin başında beklesinler. Bir insanın oluşması için
hangi şartların var olması gerektiğine inanılıyorsa hepsini kullanmak serbest
olsun. Ancak ne yaparlarsa yapsınlar o varillerden kesinlikle bir insan,
elektron mikroskobu altında kendi hücre yapısını inceleyen bir profesör
çıkaramazlar. Zürafaları, aslanları, arıları, kanaryaları, bülbülleri,
papağanları, atları, yunusları, gülleri, orkideleri, zambakları, karanfilleri,
muzları, portakalları, elmaları, hurmaları, domatesleri, kavunları, karpuzları,
incirleri, zeytinleri, üzümleri, şeftalileri, tavuskuşlarını, sülünleri, renk
renk kelebekleri ve bunlar gibi milyonlarca canlı türünden hiçbirini
oluşturamazlar. Değil burada birkaçını saydığımız bu canlı varlıkları, bunların
tek bir hücresini bile elde edemezler.
Kısacası, şuursuz atomlar biraraya gelerek hücreyi oluşturamazlar. Sonra
yeni bir karar vererek oluşan bu hücreyi ikiye bölüp, sonra ardı ardına başka
kararlar alıp elektron mikroskobunu bulan, sonra kendi hücre yapısını bu
mikroskop altında izleyen profesörleri yaratamazlar. Madde bilinçsiz, cansız
bir yığındır ve ancak Allah'ın üstün yaratmasıyla hayat bulur.
Bunun aksini iddia eden evrim teorisi ise, akla tamamen aykırı bir
safsatadır. Evrimcilerin ortaya attığı iddialar üzerinde biraz bile düşünmek,
üstteki örnekte olduğu gibi, bu gerçeği açıklıkla gösterir.
Körü Körüne Materyalizm
Evrimin tesadüfleri atomları öyle bir şekle sokar ki, atomlar sözde
tesadüfen insan gözünü oluştururlar ve o kapkaranlık yığının içinden ışıl ışıl
3 boyutlu, beş duyulu bir dünyaya açılırlar. Üstelik bu öyle bir dünyadır ki
20. yüzyılın teknolojisi dahi bu tesadüflerle canlanan atomların sahip olduğu
görüntü ve ses kalitesine ulaşamamıştır. Öyle ki en gelişmiş ses tekniklerini
biraraya getirseniz yine de insan kulağından çok daha ilkel bir kaliteye sahip
olduklarını görürsünüz. En gelişmiş görüntü tekniklerini toplasanız, insan
gözünün sahip olduğu görüntü kalitesini elde edemezsiniz.
Söz konusu teknoloji ürünlerinin "tesadüflerle" değil, bilinçli
mühendislerin bilinçli tasarımlarıyla ortaya çıktığı açıkken, bunlardan çok
daha kompleks olan canlılardaki mekanizmaların tesadüflerle ortaya çıktığını
savunmak bir saçmalıktır elbette. Çünkü her tasarım bir tasarımcıyı ispatlar.
Evrim, doğadaki büyük tasarımı ise görmek istememektedir, çünkü bu tasarımı var
eden Yaratıcı'yı, yani Allah'ı kabul etmek, evrimcilerin önyargılarına ve
ideolojilerine aykırı gelmektedir.
Tüm bu önyargı ve ideolojilerin temeli, materyalizm olarak bilinen
felsefedir. Materyalist felsefe, maddenin yaratılmadığını, sonsuzdan beri var
olduğunu ve madde dışında hiçbir gerçeklik olmadığını varsayan düşüncedir.
Allah inancına ve dine ise şiddetle karşıdır. Bu bilim değil, bir felsefedir.
Evrimciler ise bilime değil, söz konusu materyalist felsefeye bağlıdırlar ve
bilimi de bu felsefeye uydurabilmek için çarpıtmaktadırlar. Harvard
Üniversitesi'nden ünlü bir genetikçi ve açık sözlü bir evrimci olan Richard
Lewontin, bu somut gerçeği şöyle itiraf etmektedir:
Bizim materyalizme bir inancımız var, 'a priori' (doğumla birlikte gelen)
bir inanç bu. Bizi dünyaya materyalist bir açıklama getirmeye zorlayan şey,
bilimin yöntemleri ve kuralları değil. Aksine, materyalizmle olan a priori
bağlılığımız nedeniyle, dünyaya materyalist bir açıklama getiren araştırma
yöntemlerini ve kavramları kurguluyoruz. Materyalizm mutlak olduğuna göre de,
İlahi bir açıklamanın sahneye girmesine izin veremeyiz. (Richard Lewontin,
"The Demon-Haunted World", The New York Review of Books, January 9,
1997. s. 28)
Göz ve Kulaktaki Teknoloji
Evrim teorisinin kesinlikle açıklama getiremeyeceği bir diğer konu ise göz
ve kulaktaki üstün algılama kalitesidir.
Gözle ilgili konuya geçmeden önce "nasıl görürüz" sorusuna
kısaca cevap verelim. Bir cisimden gelen ışınlar gözde retinaya ters olarak
düşerler. Bu ışınlar, buradaki hücreler tarafından elektrik sinyallerine
dönüştürülür ve beynin arka kısmındaki görme merkezi denilen küçücük bir
noktaya ulaşırlar. Bu elektrik sinyalleri bir dizi işlemden sonra beyindeki bu
merkezde görüntü olarak algılanır. Bu bilgiden sonra şimdi düşünelim:
Beyin ışığa kapalıdır. Yani beynin içi kapkaranlıktır, ışık beynin
bulunduğu yere kadar giremez. Görüntü merkezi denilen yer kapkaranlık, ışığın
asla ulaşmadığı, belki de hiç karşılaşmadığınız kadar karanlık bir yerdir.
Ancak siz bu zifiri karanlıkta ışıklı, pırıl pırıl bir dünyayı
seyretmektesiniz.
Üstelik bu o kadar net ve kaliteli bir görüntüdür ki 21. yüzyıl
teknolojisi bile bu netliği her türlü imkana rağmen sağlayamamıştır. Örneğin şu
anda okuduğunuz kitaba, kitabı tutan ellerinize bakın, sonra başınızı kaldırın
ve çevrenize bakın. Bu gördüğünüz netlikte ve kalitedeki bir görüntüyü başka
bir yerde gördünüz mü? Bu kadar net bir görüntüyü size dünyanın bir numaralı
televizyon şirketinin ürettiği en gelişmiş televizyon ekranı dahi veremez. 100
yıldır binlerce mühendis bu netliğe ulaşmaya çalışmaktadır. Bunun için
fabrikalar, dev tesisler kurulmakta, araştırmalar yapılmakta, planlar ve
tasarımlar geliştirilmektedir. Yine bir TV ekranına bakın, bir de şu anda
elinizde tuttuğunuz bu kitaba. Arada büyük bir netlik ve kalite farkı olduğunu
göreceksiniz. Üstelik, TV ekranı size iki boyutlu bir görüntü gösterir, oysa
siz üç boyutlu, derinlikli bir perspektifi izlemektesiniz.
Uzun yıllardır, on binlerce mühendis üç boyutlu TV yapmaya, gözün görme
kalitesine ulaşmaya çalışmaktalar. Evet üç boyutlu bir televizyon sistemi
yapabildiler ama onu da gözlük takmadan üç boyutlu görmek mümkün değil, kaldı
ki bu suni bir üç boyuttur. Arka taraf daha bulanık, ön taraf ise kağıttan
dekor gibi durur. Hiçbir zaman gözün gördüğü kadar net ve kaliteli bir görüntü
oluşmaz. Kamerada da, televizyonda da mutlaka görüntü kaybı meydana gelir.
İşte evrimciler, bu kaliteli ve net görüntüyü oluşturan mekanizmanın
tesadüfen oluştuğunu iddia etmektedirler. Şimdi biri size, odanızda duran
televizyon tesadüfler sonucunda oluştu, atomlar biraraya geldiler ve bu görüntü
oluşturan aleti meydana getirdiler dese ne düşünürsünüz? Binlerce kişinin
biraraya gelip yapamadığını şuursuz atomlar nasıl yapsın?
Gözün gördüğünden daha ilkel olan bir görüntüyü oluşturan alet tesadüfen
oluşamıyorsa, gözün ve gözün gördüğü görüntünün de tesadüfen oluşamayacağı çok
açıktır. Aynı durum kulak için de geçerlidir. Dış kulak, çevredeki sesleri
kulak kepçesi vasıtasıyla toplayıp orta kulağa iletir; orta kulak aldığı ses
titreşimlerini güçlendirerek iç kulağa aktarır; iç kulak da bu titreşimleri
elektrik sinyallerine dönüştürerek beyne gönderir. Aynen görmede olduğu gibi
duyma işlemi de beyindeki duyma merkezinde gerçekleşir.
Gözdeki durum kulak için de geçerlidir, yani beyin ışık gibi sese de
kapalıdır, ses geçirmez. Dolayısıyla dışarısı ne kadar gürültülü de olsa beynin
içi tamamen sessizdir. Buna rağmen en net sesler beyinde algılanır. Ses
geçirmeyen beyninizde bir orkestranın senfonilerini dinlersiniz, kalabalık bir
ortamın tüm gürültüsünü duyarsınız. Ama o anda hassas bir cihazla beyninizin
içindeki ses düzeyi ölçülse, burada keskin bir sessizliğin hakim olduğu
görülecektir.
Net bir görüntü elde edebilmek ümidiyle teknoloji nasıl kullanılıyorsa,
ses için de aynı çabalar onlarca yıldır sürdürülmektedir. Ses kayıt cihazları,
müzik setleri, birçok elektronik alet, sesi algılayan müzik sistemleri bu
çalışmalardan bazılarıdır. Ancak, tüm teknolojiye, bu teknolojide çalışan
binlerce mühendise ve uzmana rağmen kulağın oluşturduğu netlik ve kalitede bir
sese ulaşılamamıştır. En büyük müzik sistemi şirketinin ürettiği en kaliteli
müzik setini düşünün. Sesi kaydettiğinde mutlaka sesin bir kısmı kaybolur veya
az da olsa mutlaka parazit oluşur veya müzik setini açtığınızda daha müzik
başlamadan bir cızırtı mutlaka duyarsınız. Ancak insan vücudundaki teknolojinin
ürünü olan sesler son derece net ve kusursuzdur. Bir insan kulağı, hiçbir zaman
müzik setinde olduğu gibi cızırtılı veya parazitli algılamaz; ses ne ise tam ve
net bir biçimde onu algılar. Bu durum, insan yaratıldığı günden bu yana
böyledir.
Şimdiye kadar insanoğlunun yaptığı hiçbir görüntü ve ses cihazı, göz ve
kulak kadar hassas ve başarılı birer algılayıcı olamamıştır.
Ancak görme ve işitme olayında, tüm bunların ötesinde çok daha büyük bir
gerçek daha vardır.
Beynin İçinde Gören ve Duyan Şuur
Kime Aittir?
Beynin içinde, ışıl ışıl renkli bir dünyayı seyreden, senfonileri,
kuşların cıvıltılarını dinleyen, gülü koklayan kimdir?
İnsanın gözlerinden, kulaklarından, burnundan gelen uyarılar, elektrik
sinyali olarak beyne gider. Biyoloji, fizyoloji veya biyokimya kitaplarında bu
görüntünün beyinde nasıl oluştuğuna dair birçok detay okursunuz. Ancak, bu konu
hakkındaki en önemli gerçeğe hiçbir yerde rastlayamazsınız: Beyinde, bu
elektrik sinyallerini görüntü, ses, koku ve his olarak algılayan kimdir? Beynin
içinde göze, kulağa, burna ihtiyaç duymadan tüm bunları algılayan bir şuur
bulunmaktadır. Bu şuur kime aittir?
Elbette bu şuur beyni oluşturan sinirler, yağ tabakası ve sinir
hücrelerine ait değildir. İşte bu yüzden, herşeyin maddeden ibaret olduğunu
zanneden Darwinist-materyalistler bu sorulara hiçbir cevap verememektedirler.
Çünkü bu şuur, Allah'ın yaratmış olduğu ruhtur. Ruh, görüntüyü seyretmek
için göze, sesi duymak için kulağa ihtiyaç duymaz. Bunların da ötesinde
düşünmek için beyne ihtiyaç duymaz.
Bu açık ve ilmi gerçeği okuyan her insanın, beynin içindeki birkaç
santimetreküplük, kapkaranlık mekana tüm kainatı üç boyutlu, renkli, gölgeli ve
ışıklı olarak sığdıran Yüce Allah'ı düşünüp, O'ndan korkup, O'na sığınması
gerekir.
Evrimin Asıl Çıkmazı: Ruh
Yeryüzünde birbirine benzeyen pek çok canlı türü vardır. Örneğin, ata ya
da kediye benzeyen farklı türler olabilir. Böceklerin de birçoğu birbirine
benzer görünümlüdür. Fakat bu benzerlikler hiç kimsede bir şaşkınlık yaratmaz.
Ancak nedense insanla maymun arasındaki bazı yüzeysel benzerlikler, kimi
insanlarda son derece ilgi uyandırır. Öyle ki bu ilgi kimi insanları evrim
teorisinin gerçek dışı senaryolarını benimsemeye kadar iter. Oysa, bir maymunla
bir insan arasındaki yüzeysel benzerlikler hiçbir şey ifade etmez. Gergedan
böceği ve gergedan da birbirlerine çok benzerler, ama bu benzerliğe dayanarak
birisi böcek diğeri memeli olan bu hayvanlar arasında herhangi bir evrimsel
ilişki kurmaya çalışmak komik olur.
Aradaki yüzeysel benzerlik dışında maymunun insanlara diğer hayvanlardan
daha fazla bir yakınlığı söz konusu değildir. Hatta zeka açısından
kıyaslanırsa, bir geometri mucizesi olan peteği üreten arı veya bir mühendislik
harikası olan ağı üreten örümcek insana maymundan daha yakındır. Hatta bazı
yönlerden üstündür bile...
Dahası, insanla maymun arasında çok büyük bir fark vardır. Maymun sonuçta
bir hayvandır, bilinç açısından bir attan ya da bir köpekten farkı yoktur.
İnsan ise bilinçli, irade sahibi, düşünebilen, konuşabilen, akledebilen, karar
verebilen, muhakeme yapabilen bir varlıktır. Bütün bu özellikler de onun sahip
olduğu "Ruh"unun işlevleridir. İnsanla diğer hayvanlar arasındaki
uçurumu doğuran en önemli fark da işte bu "Ruh"tur. Hiçbir fiziki
benzerlik, insan ile diğer bir canlı arasındaki bu en büyük farkı kapatamaz.
Doğada ruhu olan tek canlı insandır.
Allah Dilediği Şekilde Yaratır
Peki evrimcilerin iddia ettikleri gibi bir senaryo gerçekleşmiş olsa bile
ne fark eder? Hiçbir şey... Çünkü evrimin öne sürdüğü ve tesadüflere
dayandırdığı her aşama ancak bir mucize eseri oluşabilir. Yani canlılık bu
aşamalarla meydana gelmiş olsa dahi her aşama ancak bir yaratılış sayesinde
gerçekleşebilir. Tesadüflerle bu aşamaların gerçekleşebilmesi asla mümkün
değildir.
İlkel atmosferde bir protein oluşmuşsa bunun tesadüfen oluşamayacağı
olasılık kanunları, biyoloji ve kimya kanunları ile kanıtlanmıştır. Fakat
mutlaka oluştuğu iddia edilirse, o halde onu bir Yaratıcı'nın yarattığını kabul
etmek dışında başka bir alternatif yoktur. Aynı mantık evrimcilerin öne sürdüğü
bütün tezler için geçerlidir. Örneğin balıkların sudan karaya çıkıp kara canlılarını
oluşturduğuna dair ne paleontolojik bir kanıt vardır, ne de fizik, kimya,
biyoloji ve mantık kuralları böyle bir geçişi doğrulamaktadır. Fakat mutlaka
"balıklar karaya çıktı sürüngenlere dönüştü" denilecekse, bunu diyen,
ancak bütün kuralların ve kanunların ötesinde, "Ol" dediğinde
dilediğini var eden üstün bir Yaratıcı'yı kabul etmek zorundadır. Bunun dışında
bir düşünce kendi içinde çelişir ve hiçbir mantık kuralıyla bağdaşmaz.
Gerçek çok açıktır. Tüm canlılık çok kusursuz bir tasarımın, çok üstün bir
yaratılışın ürünüdür. Bu ise bizlere bir Yaratıcı'nın varlığını, hem de sonsuz
bir güç, bilgi ve akla sahip bir Yaratıcı'nın varlığını ispatlar.
O Yaratıcı, göklerin, yerin ve ikisi arasında bulunanların Rabbi olan Allah'tır.
Sen yücesin, bize öğrettiğinden başka bizim
hiçbir bilgimiz yok. Gerçekten Sen, herşeyi bilen,
hüküm ve hikmet sahibi olansın.
(Bakara Suresi, 32)